ÂŞÛRÂ - عاشوراء
Müslümanların ehemmiyet verdiği, Muharrem ayının 10. günü.
Âşûrâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiştir. Arapça bir kelime kabul edenler olduğu gibi, bu dilde “fâûlâ” vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbrânîce'den geldiğini söyleyenler de varsa da âlimlerin çoğu bu görüşe katılmamakta, kelimenin Arapça asıllı olduğunu benimsemektedirler.
Âşûrânın menşei hakkında kaynakların belirttiği görüşleri iki noktada toplamak mümkündür.
1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun'un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür.
Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşûrâ yahudi geleneğine dayanmaktadır.
2. Âşûrâ, Hz. Nûh'tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye devri Araplar'ı arasında da Hz. İbrâhim'den beri önemli görülüp oruç tutulan bir gündür.
Bu görüş, Hz. Âişe ile Abdullah b. Ömer'in rivayetlerine dayanır.
Âişe'nin rivayeti şöyledir: “Âşûrâ Kureyş'in Câhiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlullah da buna riayet ediyordu.
Medine'ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır” (Buhârî, “Savm”, 69; Müsned, VI, 29-30).
Abdullah b. Ömer'in aynı konudaki rivaveti de şöyledir: “Âşûrâ Câhiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah'a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, ‘Âşûrâ Allah'ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın' buyurmuştur” (Müsned, II, 57, 143).
Ashap arasında ilimleriyle temayüz etmiş bu iki sahâbînin rivayetlerinden, âşûrânın Câhiliye devri Araplar'ınca önemli sayıldığı açıkça anlaşılmaktadır.
Hz. Âişe'nin âşûrâ gününde Kâbe örtülerinin değiştirildiğini anlatan diğer bir rivayeti de bunu desteklemektedir (Müsned, VI, 244).
Araplar'ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kâbe'yi inşa eden ataları Hz. İbrâhim'in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir.
Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları'nın Firavun'un elinden âşûrâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nûh'un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudileri Hz. Peygamber'in tekzip etmemesi, hatta, “Biz Mûsâ'ya sizden daha lâyıkız” diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (bk. Buhârî, “Savm”, 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nûh'tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir.
Âşûrânın menşeiyle ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan haberler,
- bu günü Hz. Âdem'in tövbesinin kabul edildiği,
- Hz. Yûnus'un balığın karnından çıkarıldığı,
- Hz. Mûsâ ve Îsâ'nın doğduğu,
- Hz. Süleyman'a mülkün verildiği,
- Hz. Dâvûd'un tövbesinin kabul edildiği,
- Hz. Peygamber'in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğine dair kendisine Allah tarafından teminat verildiği ve Mekke'den Medineye hicret ettiği gün olarak tavsif ederler (Diyarbekrî, I, 360).
Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır.
Meselâ Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti 10 Muharrem'de değil 12 Rebîülevvel'de gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki rivayetlerin ise İsrâiliyat*a dayandığı kabul edilmektedir.
Hz. Nûh zamanından beri bütün Sâmî dinlerde makbul sayılan âşûrâ gününde oruç tutmak yahudilere farz kılınmıştı.
Onlar, yedinci ayları olan Tişrin'in onuncu gününe rastlayan âşûrâyı bayram telakki ederek birtakım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı (Levililer, 16/ 30-34, 23/27).
Câhiliye devrinde Kureyş'in de tuttuğu âşûrâ orucunu Hz. Peygamber bi‘setten önce tutmuş, sonra bir ara terketmişse de Medine'ye hicret edince Hz. Mûsâ'nın şeriatına uyarak ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bir veya iki sefer o da bu orucu tutmuş ve müslümanlara da tutmalarını emretmiştir.
Hatta bu konuda henüz bir emir bulunmamakla birlikte Resûlullah münâdîler çıkararak âşûrâ orucunu halka duyurmuş, geceleyin oruca niyet etmeyenlerin günün yarısında haberdar olsalar dahi o andan itibaren oruca başlamalarını emretmiş (Buhârî, “Savm”, 69), ancak ramazan orucunun farz kılınmasıyla bu orucu isteğe bırakmıştır. Ramazan orucunun farziyetinden önce yirmi dört saat devam eden âşûrâ orucunun bu tarihten itibaren müstehap olduğunda ittifak eden âlimler, Hz. Peygamber'in bu konudaki emrinin ramazan orucundan önceki dönem için vücûb ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ile bazı Şâfiîler âşûrâ orucunun önceleri vâcip olduğunu, fakat bu hükmün ramazan orucu ile neshedildiğini, Hanbelîler ve bir kısım Şâfiîler ise müstehap olduğunu kabul etmişlerdir.
Hz. Peygamber'in âşûrâ orucunu tutmayı yahudilerden öğrendiğini, fakat aralarının bozulması üzerine bu orucu terkedip ramazanı farz kıldığını öne süren müsteşrik Caetani (İslâm Tarihi, III, 207-208) ile Wensinck'in (EI² [Fr.], I, 726) iddiaları son derece sübjektif ve hatta art niyetin bir ifadesidir.
Zira, yukarıda da belirtildiği gibi, Araplar'ın Câhiliye devrinde âşûrâ gününe önem verip oruç tuttukları, Hz. Peygamber'in de bi‘setten önce bu oruca devam ettiği sahih rivayetlerle sabittir. Esasen Caetani'nin, bu haberin sadece Âişe rivayetiyle yalnız Buhârî'de bulunduğunu söylemesi araştırmalarının eksikliğini gösterir. Çünkü bu haber Hz. Âişe yanında Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Umeyr rivayetiyle de sabit olup bu rivayetler birkaç hadis kitabında mevcuttur (bk. Müslim, “Sıyâm”, 134; Tirmizî, “Savm”, 50; el-Muvatta, “Sıyâm”, 33).
Caetani'nin, orucu Allah'ın değil Hz. Peygamber'in farz kıldığını öne sürmesi ise İslâm'a karşı kötü niyetli bir yaklaşımın tipik örneğidir. Her şeyden önce, ibadetlerin şekil ve zamanının Allah tarafından tayin edildiği hususu, bütün semavî dinlerin kabul ettiği bir gerçektir.
Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ'nın dini üzere gönderilen (bk. el-Hac 22/78; eş-Şûrâ 42/13) Hz. Muhammed'in sadece yahudilere has olmayan âşûrâ orucunu emretmesi tabii bir şeydir. Böyle bir tavsiyeden yahudileri taklit ettiği neticesini çıkarmak, semavî dinlerin aynı kaynağa bağlı olduğunu kabul etmemektir.
Kaldı ki Resûl-i Ekrem, yahudileri taklit etmemek ve hurafelerinin İslâm bünyesine girmesine engel olmak için müminleri uyarmış ve sadece âşûrâ günü değil muharremin dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, “Savm”, 69; Aynî, IX, 190).
Âşûrâ orucunda, müslümanların yılın on iki ayı içinde değişen kamerî takvimi, yahudilerin ise kendilerine has şemsî-kamerî karışımı ve sadece eylül-ekim ayları içinde değişen bir takvimi kabul etmeleri, yahudiler kefâret orucu tutup bayram yaparken müslümanların geçmiş peygamberlerin sünnetine uyarak sadece oruç tutması gibi farklar, İslâm ve yahudi telakkilerini birbirinden ayıran hususlardır.
Âşûrâda oruç tutmanın fazileti konusunda sahih hadislerin bulunmasına karşılık o gün yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat karışımı aş (aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescidleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih bir rivayete rastlanmamıştır. Hadis olduğu öne sürülen metinlerin birçoğunun gerçekte hadis olmayıp Câhiliye âdetlerine ve yahudi geleneklerine dayanması kuvvetle muhtemeldir.
Zira bu âdetleri Resûlullah'ın ve ashabının yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Meselâ, “Âşûrâ günü sürme çeken helâk olmaz”, “Âşûrâ günü gusleden o yıl hasta olmaz” tarzındaki rivayetler son devir kitaplarında yer almış ve İbn Teymiyye'nin ifadesine göre bu gibi hususlar Ehl-i beyt'e buğzeden Nâsibîler tarafından uydurulmuştur (MecmûǾu Fetâvâ, II, 302).
Âşûrâ'nın İslâm tarihinde siyasî bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61'de (1 Ekim 680) Kerbelâ'da şehid edilmesinden sonra Şîa için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin'in intikamını alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur.
Şiîler'in her yıl dövünerek, kendilerine işkence yaparak tutmaya başladıkları bu matem orucu Şiî-Fâtımî devletinin himayesinde devlet merasimleriyle icra edilmiş, daha sonra bu merasimler İran'da gelenek halini almıştır (bk. TÂZİYE).
Esasen dinin yasakladığı bu nevi bir matem, Şiî inancın canlı tutulmasında ve mezhep bütünlüğünün sağlanmasında önemli rol oynamıştır.
Müslüman Türkler'in dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan âşûrâ, aynı zamanda, muharremin onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de özel merasimlerle pişirilip dağıtılan tatlıya (aşure) ad olmuştur.
Çok eskiden beri devam eden aşure aşı Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi.
Helvacıların nezâretindeki aşçılar ve kiler ağaları tarafından hazırlanan aşure, muharremin onundan itibaren “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılırdı. Anadolu'da zengin aileler ve esnaf teşkilâtları tarafından pişirilen aşure sebilciler, duagûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi. Günümüzde de âşûrâ orucu tutmak ve aşure tatlısı pişirmek bütün canlılığıyla devam etmektedir.
Yusuf Şevki Yavuz / DİA
İŞTE ARZU AYGEN'İN AŞURE HUSUSUNDAKİ MAKALEVE TARİFİ
ÇOLUK ÇOCUĞU, KONU KOMŞUYA AŞURE
Eskiden insanlar, hem kendileri yapar hem de 'çocuklarına bugün evinize en az 10 çeşit erzak alın ve aşure yapın' diye öğütlerlerdi. Ama artık yeni nesil ne aşure yapmasını biliyor ne de aşure için hangi malzeme gerektiğini...
Mısır Çarşısı'na gittim. Dükkânlara gelen insanlar gözlerinde soru işaretleriyle aşure için ne alacaklarını soruyorlar. Onlar da kolayını bulmuş, aşure seti verelim size diyorlar. Demek ki, aşurenin içine ne konduğunu bile bilmiyoruz artık. Unutmamak için bir tarif, sevgilerimle:
Aşure pişirilmeye bir gün önceden başlanır. Buğday biraz kaynatılır. Nohut ve kuru fasulye suya konur. Sabahleyin buğdayın üzerinde tutmuş olan kabuk kaşıkla alınır; kurdun kuşun hakkı olan bu kısım peşinen sahiplerine dağıtılmak üzere bahçelere, çatılara serpiştirilir. Sonra malzemeler yumuşayana kadar haşlanır. İçine diğer malzemeler eklenir. Tatlandırılır ve kaselere dağıtılır. Aşure pişirilirken bol bol dua etmek, yiyenlere şifa olmasını temenni etmek çok daha güzel olur. Aşurenin pişirildiği yerde kötü söz söylememek gerekir. Sıcacık aşure hazır olunca kaselere dağıtılır. Üzeri kuşüzümü, çam fıstığı, çörekotu, tarçın, ceviz ve nar taneleriyle süslenir. Elde bu kaselerle konu komşunun kapısı çalınır.
Şimdiden afiyet olsun…
A Ş U R E malzemeleri
½ kg aşurelik buğday
½ çay bardağı pirinç
Yaklaşık 6 litre (30 su bardağı) su
1 su bardağı nohut
1 su bardağı kuru fasulye
250 gr kuru kayısı
250 gr kuru incir
250 gr kuru üzüm
Yaklaşık 4 su bardağı pekmez
3 diş karanfil
2 elma
Birer tutam tuz, karabiber, tarçın
1 çorba kaşığı buğday nişastası
1 çorba kaşığı gülsuyu
Üzerine:
Dolmalık fıstık, fındık, ceviz, kuşüzümü, nar, tarçın, çörekotu
Hazırlanışı:
1. Bir gece önceden buğdayı hazırlayın. Yarım kilo buğdayı ellerinizle ovalayarak bol suda üç dört su yıkayın. İçine yarım çay bardağı pirinç koyup 10 su bardağı suda buğday iyice yumuşayana kadar haşlayın. Nohut ve kuru fasulyeyi de akşamdan ayrı tencerelerin içinde ıslatın.
2. Sabahleyin buğdayın üstü kaymak tutmuş olacak. Bu kaymağı kurdun kuşun yemesi için bahçeye, çatıya serpiştirin. Buğdayı çok büyük bir tencereye alın. Üzerine 15 su bardağı su ilave edip tekrar kaynatın. Bu sırada tahta kaşığın tersiyle buğdayları ezin ki, nişastasını salsın, helmelensin. Nohut ve kuru fasulyeyi ayrı ayrı tencerelerde yumuşayıncaya kadar haşlayın. Nohudun kabuklarını çıkartın.
3. Kuru kayısı ve inciri ince ince doğrayın. Kayısı, incir ve üzümü üzerlerini geçecek kadar suyla ayrı ayrı ateşe koyun, yumuşayana kadar haşlayın. Yumuşayınca üzerlerine 1'er çay bardağı pekmez serpiştirin. Koyu bir şerbet kıvamı alıncaya kadar kaynatın.
4. Bir cezvede 1 çay bardağı suyu karanfillerle birlikte 5 dakika kaynatın, ateşten alın (Aşureye ister bu şekliyle ilave edin, ister karanfilleri çıkarıp sadece suyunu koyun).
5. Elmaları küp küp doğrayın, onu da kısık ateşte önce kaynatın, sonra üzerine 1 çay bardağı pekmez koyup 2-3 dakika daha kaynatın.
6. Kısık ateşte buğdayı ısıtmaya devam edin. Buğday ateşteyken yavaş yavaş bakliyatı, meyveleri, karanfilli suyu ilave edin. Birer tutam tuz, karabiber, tarçın katın. Tadına bakın. Arzu ettiğiniz tatlılığa gelinceye kadar içine pekmez ilave edin.
7. Ayrı bir tencerenin içinde 1 çorba kaşığı buğday nişastasını 1 su bardağı suda çözüp boza kıvamına gelinceye kadar karıştırarak pişirin. Nişastalı suyu, buğdayın içine boca edin. Hep birlikte karıştırarak bir taşım kaynatın. Gülsuyunu katın.
8. Aşureyi kaselere paylaştırın. Dolmalık fıstık, ceviz, kuşüzümü, nar, tarçın, fındık ile süsleyin. Soğumasını bekledikten sonra konu komşuya dağıtabilirsiniz.