İki günü eşit olanın ziyanda olduğunu söyleyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Devamında bugünü dününden kötü olan hakkındaki görüşten ise bihaberiz.
Birbirinin fotokopisi benzerliğinde hayatlar yaşıyoruz. Tek tip, tek düze…
Hepimiz aynı fabrikanın ürettiği eşyalara benziyoruz. Seri numaralarımızı belirten vatandaşlık numaralarımız dışında neredeyse farkımız yok.
Dikkat ettiniz mi çoğu zaman Allah yokmuş gibi yaşıyoruz.
Sabahtan akşama kadar yaptıklarımızla, yediğimiz içtiğimizle, insani ilişkilerimizle, çalışma düzenimizle Allah yokmuş gibi davranıyoruz.
Dedikodularla ve sosyal medya yalanlarıyla birbirimizin hakkına girmekten, iftira atmaktan çekinebiliyor muyuz?
Yediğimiz ve içtiğimiz yiyeceklerin pişirme aşamasına kadar hiçbir sürecinin içine dâhil olabiliyor muyuz? Önümüze gelen yiyeceğin hangi kaynaklarla üretildiğini bilmezken bunları tayyib gıdalar olarak değerlendirmek doğru mu?
Sular, tohumlar birer birer şirket mülkiyetlerine geçirilirken bizler hangi marka suyu içeceğimizi tartışıyorsak küresel bir kayığın en sağlam mevkiinde yolculuk yaptığımızı göremeyecek miyiz?
Emanet aldığımız bedenimizi çeşitli tiryakilikler, uyuşturucular ve sentetik ilaçlarla kirletirken Allah'a bir can borcumuz olduğunu ve zamanı gelince emanetimizi temiz olarak teslim etmek gerektiğini biliyor muyuz?
Ekonomik hayatımız bankaların etrafında dönüyor. Bankalara faiz borcu olmayan insan sayısı ise parmakla gösterilebilecek kadar az. Faiz almanın ve vermenin Allah ile savaş hali olduğunu söyleyen kitabımızın göstergeleriyle hareket edebiliyor muyuz?
Yaşadığımız her yerde karşımıza çıkan müstehcen görüntüler bizleri rahatsız bile etmiyor artık. Televizyon, internet, gazeteler, sinemalar şeytanın oyun alanı olmuş ve sesimiz çık(a)mıyor.
Her kapıyı açar dediğimiz para, yeni bir ilah mı olmuştur? Öyle görünüyor ve şirk üzere bir toplum düzeninde yaşanıldığı da ortada.
Siyasi partilere, ideolojilere, kulüplere ve birçok muktedirin eleştirilmesine verilen tepki, Allah'a ve dinimize yapılan saldırılara verilmiyor artık.
Kaynaklarını sömürmekten fıtratını bozduğumuz bu dünya ve kâinat bizden şikâyetçi olmayacak mı? Diğer canlılara yaşama hakkı vermediğimiz şehirlerimizi beton yığınlarına dönüştürürken, ruhlarımıza nasıl bir pranga vurduğumuzun farkına varabildik mi?
Dünyanın dört bir yanında zulümle var olanların, farklı coğrafyalarda yaptığı zulümlere kalbimizle bile buğzedemez duruma gelmişsek vah bize… Bizleri can evimizden vurması gereken katliamlar artık televizyonlarda alt yazıyla geçen bir haber olmuşsa insanlığımızı sorgulamak gerekmez mi?
Teknoloji şirketlerinin ise ellerimize tutuşturduğu oyuncaklarla hayat törpülüyoruz. Teknolojik her yeniliğin insanlığımızdan bir şeyler daha kopardığı görmüyoruz. On yıl önce hayatımıza giren akıllı telefonun kurduğumuz iletişimin önünde bir engel olarak dikileceğini farkedebilmiş miydik?
Tefekkür edebilmenin önündeki engellerimizi kaldırmazsak Allah'ın ipine sarılma hususunda yol alamayacağımız da ortada. Ama asıl soru şu olmalı:
Allah'ın ipine sarılmak gibi bir derdimiz var mı?