Ruhlarımıza huzur vermeyen şehirlerde zoraki hayatlar yaşıyoruz.
Toprağın rengini, ağacın yeşilini ve meyvesini, kuşların cıvıltısını unuttuk.
Sade ve mütevazı bir yaşamı değil, zoraki süslü ve kibirliyi yaşamak üzere inşa edilmiş kentlerde ve evlerde geçiyor hayatımız.
Sabahları kalkmaya kurduğumuz alarmlarımız huzursuz bir uyanışın ilk kulak tırmalayıcıları.
Birçoğumuz eşimizi, çocuğumuzu görmeden çıkıyoruz konduğumuz evlerden.
Ev dediğimi bakmayın, uzun yıllardır kullandığımız mekânlar bir pansiyondan ibaret.
Çocuklarımızla yatıp yuvarlanamadığımız, bahçeye bir meyve fidanı dikemediğimiz, üzerinde değişiklik yapamayacağımız ancak fıtratımızı değiştirmeye mahir mekânlar.
Tasarlayanların değerlerimizi dikkate almadan hazırladığı yüzbinlerce binanın tahakkümü altında yaşamaya çalışacağız ve ruhumuz gökyüzüne dayanmış binalarda mı huzur bulacak?
Aileyi var ettiğimiz değil, sadece konaklanmasına izin verilmiş mekânlar.
Gecelemek için geldiğimizde içinde hayatı değil, izin verileni yaşıyoruz. Kimse duymasın, kimse bir şey demesin, rahatsız olmasın diyerek bir mengene içinde sıkıyoruz bedenlerimizi.
Hayatımızı idame ettiğimiz alanları huzur bulacağımız forma sokmazsak psikiyatri merkezlerinin yolunda geçireceğiz hayatımızı?
Müstakil ve huzur bulunan evlerde oturmak bir hayal olarak kalmamalı.
İçten içe hemen herkesin istediği ama bir türlü harekete geçemediği bir hayat şekli.
Kapısında köpeğinin, bahçesinde salıncağının, dallarında meyvenin, ruhunu dinlendirebileceğin bir çardağın bulunduğu bir bahçe.
İhtiyacımızı üretecek, fazlasını paylaşacak dostlar lazım bize…
Batı kültürünün tahribatından çıkabilecek cesaret çok da uzakta değil ancak o kadar büyük bir kuşatma altındaki ruhlarımız; kaçıp kurtulacak cesareti bir türlü toplayamıyoruz.
Şevkimiz kırık, ümidimiz yitik, geçmişle bağımız kopuk…
Eşyalarımızı yitirdik; bizi insan yapan, farklı yapan değerlerimizle birlikte. Batının ürettiği eşyaların karşısında tutunamayacağımızı zihinlerimize nakşettiler.
Elektriğin, betonun ve petrolün olmadığı günlere dönmenin imkânsızlığını biliyoruz. Ama bilmemiz gereken başka bir şey daha var. Hayatımızı bu üçlünün zindanında tüketen kölelere, mahkûmlara döndük.
Yaşadığımız hayatlar bizim değil. Kazandığımız paralar, aldığımız eşyalar, bizi yöneten teknoloji…
Geleceğe dair ne varsa aldılar elimizden, önce usta eseri işleri bitirdiler, sonra onlara duyulan ihtiyacı.
Artık çevremizde gördüğümüz her şeye mahkum olmuş durumdayız… Otomobil, bilgisayar, market, hastane ve aklımıza gelebilecek bir dolu şey. Ve bunlar artık mecburiyeti aşarak mahkûmiyete dönüştü.
Ayaklarımızın yerini otomobil, gözlerimizin yerini bilgisayar ve televizyon ekranları, ellerimizin yerini makinalar ve beynimizin yerini bilgisayarlar aldı. Artık bizler bu dünya için gereksiz nesnelere dönüşüyoruz.
Elektrikler kesilse hayat döngüsünün yok olacağı kadar modern olmaya gerek var mı?
Beni bu şehirlere mahkum edenler.bulurlar inşallah