1968 yılında Ege Tıp fakültesine girdiğim, 1974 de mezun olduğum dikkate alındığında 40 yılı aşkın mesleğin içindeyim. 1974-78 arası, yine aynı Üniversitede Pediatri ihtisası-askerlik derken 1980 den itibaren serbest tababete başladım…1985 sonrası da, kronik hastalıkların ciddi oranda artmasından duyduğum rahatsızlık sebebiyle Geleneksel Tıp tedavileriyle aktif olarak sahada çalışmaya başladım. Yurtdışında birçok gözlem şansını da en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım… Artık çok yoruldum ve mesleğimde jübile yaparak “benden bu kadar “ demek noktasına gelmiş bulunuyorum. Doğum 1952-yaşım 64…
Bu yazımın amacı (bu yıldan itibaren üniversiteye öğrenci alınacağını öğrendiğim için) kısaca bazı tecrübelerimi aktarmak istedim…
“Pratisyen Doktor” olarak isimlendirdiğimiz meslektaşlarımız, bugünkü tıp eğitiminin kalitesi(kalitesizliği desem daha doğru olur da) asla pratisyen değil, tam anlamıyla birer “teorisyen doktor”dur. 6 yıl boyunca 5 ve 6.sınıflardaki staj adı altındaki “klinik gezinti”ler hariç, tamamen gereksiz yığınla teorik bilgiyi boş yere çocuklara yüklüyoruz. Bizim zamanımızda daha çok teksir bulunduğu için, üst üste koyduğunuzda tavana kadar uzanan “anatomi” (binlerce latince kelime ezberletilerek, aynı şekilde “patoloji”, aynı şekilde “farmokoloji” dersleriyle, (ve benzerleri), ile öğrencilere boşuna zaman kaybettiriyoruz.
Sakın bu dersler kalkmalı dediğimi zannetmeyin, ama bir “klinik anatomi”, bir “klinik patoloji”, bir klinik mikrobiyoloji ile bu dersler daha çok pratiğe yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir. İki yaşlı hekim yıllar sonra bir araya gelmişler ve biri diğerine “arkadaş, neydi o anatomi dersi, neleri ezberlemiştik değil mi ? dedikten sonra aklımda bir tek “femur” kaldı derken ‘' humerus'' kemiğini göstermiştir… bu bize öğrenciliğimizde anlatılan acı bir fıkra idi… biz öğrencilere, ekstrem hastalıkları “ kayalık dağlar humması”nı pek çok “konjenital hastalıkları” öğreterek onları açıkça harcıyoruz.
Ben yeni mezun birçok meslektaşımın ihtisas döneminde “anjin de hangi ilacı kullanalım, ishalde, pnomoni de “ ne yapalım diye sızlandığını çok iyi hatırlıyorum. Ünlü hekim Galen demiş ki, “Tıp bir ilimdir, ama hekimlik bir sanattır” biz bu sanatı kaybetmişiz maalesef... Bir ilim-bilim öğretiyoruz ama onun sanat tarafını adeta yok etmişiz.. Sonuçta kendi yetersizliğini bilen bu çocuklar, ihtisas kapılarına (TUS amaçlı) adeta hücum ediyorlar.. Diyelim ki, bir genel cerrah, batındaki, bir kitleyi extirpe etti, bunu hemen patoloğa gönderiyor ve ameliyat masasında acil cevap bekliyor.. Yani bir ihtisas konusu olduğu için böyle yapıyor, biz ise bu kütlenin makroskobisini, mikroskobisini güya pratisyen olacak meslektaşlarımıza teorik olarak ezberletmeye çalışıyoruz…
Eczacılık fakültelerinde “Fitoterapi” bölümleri var, kürsüleri, akademisyenleri var, ama bu ders Tıp Fakültelerinde yok... Bir hekimin bitkiler hakkındaki bilgisi inanın ancak mahalle manavı kadar bu yüzden… Ayrıca hasta, önce hekime gittiği için, o da bu konuda hiçbir şey bilmediğinden hemen ön yargıyla karşı çıkabiliyor… ve hangi eczacı, sen bu ilaç yerine mesela zerdeçal kullan, zencefil kullan diyebilir, dese de hiç hasta ona inanır mı? Eczacılık fakültelerinde öğretilen ancak Tıp Fakültesinde bulunmayan Fitoterapi bilim dalı için söylenecek tek şey var; atın önünde et, ….. önünde ot...
Pek çok ülkede başarılı Doğal Tıp hekimlerinin çoğu, pediatri uzmanlarıdır. Bunun çok önemli sebeplerinin birincisi bizim, bir bütün olarak hastayı değerlendirmemiz, parçalara ayırmadan tepeden tırnağa dikkatle muayene etmemizdir. O yüzden küçük bir Peteşial kanamadan yeni başlamış bir “meningokoksemi” olabileceğini teşhis edebiliriz. İkincisi ise, bizim beslenme olgusunu iyi bilmemiz gerekir. Dolayısıyla toksik ajanları… ne yazık ki şuanda hiçbir Tıp Fakültesinde “beslenme” dersi yoktur, “toksikoloji” dersi yoktur, bu anormalliğe doğrusu “şizofreni” dışında bir isim vermek de mümkün değildir…
Hiçbir hasta hekimine “ne yiyeceğini sormaz”, “ne yemeyeceğini sorar” Diabette şeker, gut hastalığında et gibi diyetler kendisine söylenir. Çocuk hekimlerine ise ebeveyn, çocuğunun hangi gün-ay-yılda ne yiyeceğini sorar. Çünkü çocuğuna “şunları yedir” dediğimizde bizim o gıda maddesinin kimyasal katkılı, toksik olup olmadığını bilmemiz gerekir. Pratikte bu durum maalesef büyük sonuçlara yol açmaktadır …
Son 10 yılda, AK parti sayesinde milletimiz tarihini, şanlı mazisini hatırladı, özellikle Allah c.c uzun ömür versin Cumhurbaşkanımız sayesinde vesayet kırıldı, tarihimizle bütünleşme başladı, “saraydaki havuza inci atan deli padişahlar yalanından insanlığa merhameti, sevgiyi öğretmiş, hiç kimsenin inancına, lisanına,giyimine karışmamış ve hiçbir zaman emperyal olmamış kahraman atalarımızı hatırladık. Zaten bunun bir parçası da geleneksel tedavi metotlarını da hatırlamamız oldu…
Kanuni, zamanın Şeyhülislamına sorar : “Sarayın bahçesini sarmıştır karınca, acep bir vebal var mıdır? bu karıncayı kırınca”. Zembilli Ali efendi hemen cevap verir: “yarın hakkın huzuruna varınca, Süleyman'dan hakkın alır karınca”
Vakıflarıyla, incitmediği karıncayla, binalara yaptığı kuş yuvalarıyla, canlı cansız her şeyi böyle kendisine emanet gören atalarımızın ruhları şad olsun ve bizleri onlara layık kılsın…
ŞİMDİ NE YAPMALI?
Hastane adı negatif duygu çağrıştıran bir ifadedir. Hastane adı, “ŞİFAHANE” olarak değiştirilmelidir…
Kutsal kitabımızda “ Lokman Suresi” vardır. Lokman hekim, bir sureye konu olmuştur. Hipokrat yemini ( çok güzel ifadeler olsa da ) “ Lokman hekim yemini” olarak yeniden yazılmalı ve öğrencilerimiz o yeminle mezun olmalıdır…
Sağlık Bakanlığımızın formatladığı geleneksel tedavi metotları, kesinlikle Tıp Fakültelerinde okutulmalı, ve bir ihtisas alanı haline getirilmelidir…
“Önce zararlı olmamak” “ primum non noçere” ilkesi ışığında öncelikle “nasıl hastalanmayız” “sağlığımızı nasıl koruruz” ilkesi kesinlikle tedaviden önce bütün öğrencilere ilk öğretilmesi gereken ana doğrudur…
Her türlü toksik madde ( amalgamdan yayılan civa-diş macunlarındaki fare zehiri ‘'sodyum florid”, monosodyum glutomat, bisphenol,akrilamid gibi.. ) acilen Tıp eğitiminin bünyesine alınarak hekimlerimizin bilgi sahibi olması sağlanmalıdır.
Almanya'da 1950 li yıllarda meşhur “talidomide” faciası vuku buldu, “ fokomeli” dediğimiz bir ağır organ eksikliğine yol açan bu ilaç ( elleri omuzda, ayakları kalçadan çıkan çocuklar gibi konjenital anomalilere yol açtı) sadece iki ülkeye giremedi.. Türkiye ve Amerika … Türkiye ye girmesini o günün Sağlık Bakanı ile görüşüp engelleyen bir veteriner hekim idi, “Ord.Prof.Dr.Süreyya Tahsin Aygün..” Amerika'ya girmesini engelleyen ise Dr.Francez Kelsey'e Cumhurbaşkanı Kennedy milli kahraman ilan edip ödüllendirdi, bizim Dr. Aygün'ü ise hatırlayan bile yok…
Kendi insanının kıymetini bilmeyen, bizim kadar vefasız bir devlet var mıdır acaba ? “HİÇBİR BAŞARI CEZASIZ KALMAZ” sözü herhalde bu günlerimizi anlatıyor olsa gerek.
Bunu söylerken sakın kendim ile ilgili bir konuyu telmih etmeye çalışıyor zannedilmesin, yazdırdığım kendi vasiyetim aynen şöyle başlıyor: Hiciv şairimiz Eşref'in iki mısrası; istemem hiç kimseden bir Fatiha, yeter ki, çalmasınlar mezar taşımı… Bu nedenle vasiyetimde ” benden sonra bu insanın da şöyle şöyle hizmetleri olmuştu denilerek, bir sokağa, bir caddeye, vs.. asla ismimin yazılmasını istemiyorum” yazılıdır.
Ben sadece hastalarımın hatıralarında kalmak istiyorum…