“Türkiye'nin feodal toplumdan burjuva devrimiyle Cumhuriyet'e geçtiği” fikrini savunanlar ile “Türkiye Osmanlı döneminde feodalizme hiç yakalanmadı” diyenler arasındaki mücadele “Türkiye'ye kapitalist sınıfı mı getirelim, yoksa üretim güçlerini mi geliştirelim” tartışmasına da yol açmıştır. Atüt savunucularının da son tahlilde Türkiye'de olmayan bir sınıfı (proletarya) imal etmek derdine düştükleri ortaya çıkmış oldu. “Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.” diyen Marks'tır. Manifesto'daki açıklamaya göre (mealen) “Burjuvazi, sömürgecilikle dünya pazarı oluşturdu ve tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Böylece geleneksel ulusal manifaktürler ve sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor. Ülkeler artık yerli hammaddeyi değil uzak bölgelerin hammaddelerini işlemekte ve üretilen mamul de yerli pazarda değil dünya pazarında alıcı bulmaktadır. Yerel, kapalı, kendine yeter ekonomiler çökmektedir. Ulusların her yönde hareketliliği ve bağımlılığı belirleyici olmaktadır. Burjuvazi üretim araçlarını geliştirerek ulaşım ve iletişimi ucuzlattı, kolaylaştırdı. Büyük kentlerle kırsal hayatı kent egemenliğine tabi kıldı. Kentli nüfus büyüdü. Kırı kentlere, barbar ve yarı-barbar ülkeleri uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı. Burjuvazinin kendisini güçlendirdiği üretim ve değişim araçları feodal toplum içinde doğmuştur. Fakat burjuvazi yani sermaye nasıl ve hangi oranda gelişiyorsa proletarya da aynı oranda gelişiyor. Kendilerini parça parça satmak zorunda kalan bu emekçiler, bütün diğer ticaret nesneleri gibi metadırlar ” (Marks – Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1993: 112-116). Manifesto (mealen) “Proleter mülksüzdür; karısıyla ve çocuklarıyla ilişkisinin burjuva aile ilişkileriyle artık ortak bir yanı kalmamıştır. Modern sanayi emeği, modern sermaye boyunduruğu, kendisini bütün ulusal karakter izlerinden arındırmıştır. Onun gözünde hukuk, ahlâk, din burjuva önyargısıdır” cümlelerini de kaydetti (1993: 120-121).
Demek ki 1) Dünyanın Doğu ve Batı şeklinde ayrıştırılmasını Marks da kabul ediyor; 2) Sanayi üretimi geniş bir proleter mülksüz emekçi kitlenin doğmasına yol açıyor; 3) Bu emekçi kitle dünyanın her yanında burjuva ailesi'nin hukuk/ahlâk/din gibi önyargılarını aşan evrensel bir değişim gücüne dönüşüyor.
Emekçi kitlenin mülksüzlüğü ve aile ilişkilerinin çözülmüşlüğü Türkiye'nin iktisadî tarihinde hiçbir zaman ortaya çıkmadı. İşçilerimiz Almanya'ya gitti, “aile bilincini” yitirmedi, hanımını ve çocuklarını da yanına aldırdı. Türk ailesi yabancı elde yemeyip içmeyip memleketlerinde mülk edindi.
Türkiye'nin 1971 yılında ihracatı 677 milyon dolar, ithalatı 1 Milyar 171 milyon dolar oldu. 494 milyon dolar dış ticaret açığı, Türk işçilerinin vatana gönderdiği 471 milyon dolarla kapatıldı. 1972 yılında, dış ticaret açığı 615 milyon dolar iken Türk işçilerinin gönderdiği döviz, 740 milyon dolardır. Aile ve din Türkiye'nin dünyaya, kapitalizme, komünist (işçici) sol'a ve zamanımızın feminist akımlarına karşı en büyük silahıdır. Biz aileyi İslâm'ın Batı karşısındaki cihad'ı olarak görüyoruz.
Türkiye'nin Batı tipi üretim tarzına (BTÜT) yakalanmaması da din ve aile üzerinde yükselen üretim tarzından kaynaklanmaktadır.
Anadolu'da Osmanlı'nın kuruluşundan Celali ayaklanmalarına kadar verimli şekilde uygulanan üretim modeli tımar, bir aile işletmesiydi. Bu modele “rakabe” sistemi de denilebilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun mîrî arazi uygulamasında toprağın kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin, ekip-biçme hakkı köylülerindir. Burada kurulan mülkiyet ilişkisi “eksik mülkiyet”tir. Yani hem padişahın mülküyle ilişkisinde hem de köylünün toprakla ilişkisinde “eksik mülkiyet” esasları hukuka bağlanmıştır. Padişah mülkünden gelir istediği için köylü emeğine muhtaçtır; köylü de üretmek, barınmak, ev yapmak, geçim tutmak, ailesini muhafaza etmek, hane düzeni kurmak için Sultan'ın toprağını işlemek zorundadır. Malik ile üreten arasında birbirine bağlılıktan gelen zaruret, mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkını eksiltir. Tımardaki köylü işlediği toprağın maliki gibidir. Türkiye Batı'ya benzemiyor.
Türkiye'nin Batı'ya benzemezliğini ortaya koyan çalışmalarıyla Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Selahattin Hilav'ın fikirlerinin İslâmcı akımla bazı noktalarda buluştuğu söylenebilecektir.
Sencer Divitçioğlu'nun anlattığına göre İdris Küçükömer Batı'da iktidarın sınıflı toplum yapısının rekabetçi siyasal eşitlik ilkesini getirdiğini ifade etmişti. Sınıflar bölünmüşlüğü, iktidar bütünleşmeyi meydana getirir. “Bölünmüşlüğe dayalı bütünleşme” Batı'da devleti devlet yapan özelliktir. Başta ister konsül, ister kral, isterse imparator olsun, onlar ancak “eşitler arasında birincidir.” Sorun, toplumda uyrukların bölünmüş erklerini yansıtacak kurul ve kurumların olup olmadığıdır. Bu kurullar belediye, senato ya da konsey biçimlerinde olabilir (Sencer Divitçioğlu, Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, Hazırlayanlar: İbrahim Ekinci-Hakan Güldağ, Yapı Kredi Yayınları, 2013: 152).
Doğu'nun devletinin farklılığını ortaya koymaları nedeniyle Kemal Tahir ve çevresindeki aydınlara müteşekkiriz. Said Halim Paşa da bu farklılığı kısmen ifade edebilmiştir. İslâmî siyasi görüş sahipleri bu farklılıktan beslenebilseydi “insan hakları teorisi”, “güçler ayrılığı” gibi Batı'ya özgü devletin kurum-kurullarını savunmayacak, Anadolu'nun bin yıllık nizamına sarılarak BTÜT'e karşı bir fikir koyacaktı.
Said Halim Paşa Batı'ya özgü devleti şöyle anlatır: “Avrupa milletleri, çok farklı istek ve gayeler taşıyan çeşitli sosyal sınıflardan meydana gelmişlerdir. Bu sınıfların her biri siyasi olduğu kadar sosyal ve çoğu kere de birbirine zıt isteklere sahip bulunurlar. Şu halin neticesi olarak (…) millet meclisleri, birbirine hasım olan sosyal sınıfların temsilcilerinden teşekkül edilebildi. Bu milletvekilleri, temsil ettikleri sınıfların düşünce ve menfaatlerini müdafaa etmek için birleşerek birtakım siyasi kuruluşlar meydana getirdiler. Bunlar ise bugün birbirleriyle mücadele etmekte olduklarını gördüğümüz siyasi partilerdir (…) Batı memleketlerindeki parlamentolar, siyasi partiler için birer sosyal mücadele meydanı haline geldi (…) Batı toplumunun bulup benimsediği siyasî rejim, kendi sosyal yapısından ortaya çıkmıştır” (Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İz Yayıncılık, 1991: 266).
Sosyal ihtiyaçları Batılıların ihtiyaçlarının aynısı olmayan Türkiye'nin devlet teorisi ihtiyaçlarının eseri olmalıdır.