Lütfi Bergen

Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu

03.10.2018 02:01:55

“Kendini bilen Rabbi'ni de bilir” şeklinde anlamlandırılan bu beyanın hadis olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde “Bütün tasavvuf ‘men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu' düsturuyla nefsin meratibi ve makamatı ve ahvali üzerinde dolaşır (…) Ez cümle nefsi şu meratib üzere tasnif ederler: Nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mutmeinne, nefsi radiye, nefsi mardiye, nefsi mülheme, nefsi zekiye” der (Yazır, 1979: 5817).

Kuşeyrî, “nefs” kelimesini şöyle tanımlar: “Bir şeyin nefsi, lügatte o şeyin kendisi, varlığı manasına gelir. Sûfilere göre ise, nefis sözünden maksad, varlık veya konulmuş bir kalıb değildir. Onlar nefis sözü ile kulun çürük vasıfları, yerilen ahlâkı ve amellerini kast ederler. Kulun çürük vasıfları (kötü ve çirkin olan halleri) iki kısımdır. Bunlardan biri, günah işleme ve karşı gelme gibi kendi cehit ve gayreti ile husule gelendir. Diğeri ise aşağılık huylarıdır ki, bunlar aslında yerilmişlerdir” (Kuşeyrî, 1978: 167).

Kuşeyrî'ye göre kul uğraşır ve mücahede ederse nefsin ikinci hallerinden (kötü huylarından) uzaklaşabilir. Nefsinin birinci hallerinden ise Allah'ın yasaklarına (haramlar) ve tenzihine (arıtmalar, örnek oruç) uymakla kurtulmak mümkün olur. Nefiste kibir, hiddet, kıskançlık, kötülük, tahammülsüzlük gibi yerilen huylar vardır. Nefsin en zorlu hususiyeti ise kendisinden güzel bir şey çıkacağını kurması veya kendisinin bir değere bir şerefe lâyık olduğu zannına sahip olmasıdır. Bundan dolayı nefsin bu hali, “Allah'a şerik tutmak” sayılmıştır (Kuşeyrî, 1978: 168).

Kuşeyrî'ye göre kötü ve çirkin huyların yeri olan nefsin, kalıba (bedene) tevdi edilmiş bir lâtife olduğu da söylenmiştir. Nefis ile ruhun ikisi de lâtif olduğundan birbirinden ayırt edilmeleri mümkün değildir. Kuşeyrî, burun koklama, kulak duyma, göz görme, ağız da tad alma yeri oldukları halde koklayan, duyan, gören, tad alan insandır. Tıpkı bunun gibi insanın beğenilen vasıflarının yeri kalb ve ruh iken, yerilen vasıflarının yeri nefistir. Halbuki bunlar bütünden parçadır (Kuşeyrî, 1978: 168).

Gerek Kuşeyrî ve gerek ise Elmalılı Hamdi Yazır, nefsin kötü amellerinden (günahlar) ve vasıflarından (huylar: kibir, hiddet, kıskançlık, kötülük, tahammülsüzlük) kurtulmak için açlığa-susuzluğa katlanmak, ibadetle gafletten uyanmak, nefsin kuvvetini zayıflatacak (güçten düşmesini sağlayacak) amellerde bulunmak gibi “tedavi”ler önerir.

Buradan hareketle “men arefe nefsehu” ifadesi salt “bilmek” olmaktan çıkar. Haddi zatında, zikri geçen beyanda “bilen”den (ilm) değil “arif”ten bahis edilmiştir. Ma'ârif (Ar.), sözlükte “el-ma'rife kelimesinin çoğuludur. Arkadaş ve çehrenin görünen yeri, sufilerin vehbi bilgilerine verilen anlam” olarak tanımlanmıştır (Cebecioğlu, 2009: 404).

Ethem Cebecioğlu, “İlim” kelimesini izah ederken “mârifet” kelimesine de yer vermiştir:  

“Sûfîlere göre ilim, ikidir: Birincisi; kazanmakla elde edilen ilim. Buna kesbî ilim denir. Bu tahsil etmekle ve telkin ile elde edilir. İkincisi de vehbî ilimdir. Allah bunu kulunun kalbine atar. Buna mârifet denir. Kesbî ilim, akıl yolu ile bilmeyi hedef alan bir usûlün mahsulüdür. Bununla helâl, haram, iyiliği emir, kötülüğü nehy gibi hususlann arasını ayırmak esas alınır. Vehbî ilme, ledünnî ilim de denir. Bu ilim, Kur'da şu ayette dile getirilir: “Onlara biz öğretiriz” (Tevbe: 101)” (Cebecioğlu, 2009: 305).

Bu izah ile “men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” düsturu artık “bilmek” değil “arif olmak” anlamına gelir. Süleyman Uludağ'ın izahına göre “mârifet”, “kalbin Allah'la olan hayatı”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir. Genellikle mârifet dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok susarak anlaşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî, tasavvuf yoluna girmek isteyenlere mârifet ehlinin yanında sükût etmelerini ve mârifet iddiasında bulunmamalarını tavsiye etmiştir. Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susması, Hak'tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükût tefekkürü temin ettiği ölçüde mârifet tahsil etmenin aracıdır. Gnostikler, ilâhî sır ve hakikatlerin sülûk ve riyâzet neticesinde hâsıl olan ilhamla bilineceğini, bu yolla elde edilen bilgilerin naslarda verilen bilgilerden üstün olduğunu, hatta irfan sahibi âriflerden ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini savunan görüşlere karşı Hücvîrî, “ehl-i ilhâm” ve “ilhâmiyye” dediği bu tür akımların mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki mârifet ve irfanın bu akımlarla ilgisi bulunmadığını, zira mârifetin hidayetten kaynaklanan şer‘î ve nebevî bir bilgi olduğunu belirtmiştir (Uludağ, 2003: 55-56).

Elmalılı'ya göre marifet “mutmain nefis” ile birlikte değerlendirilmelidir. Her kim mârifetullahı Allah'ın gayri bir şey için ihtiyar ederse o mutmain değildir. Onun nefsi itminan bulmamış ve marifetullaha erişmemiştir. Arif, nefsini yalnız rızaullahı talebe bağlayarak, tabiat-ı hayvaniyesinden, nefs-i emmare tekazasından, nefs-i levvame melâmetinden, mâsıvaya esaret kaydlarından kurtarıp, ilahi ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yaparak hakiki hürriyeti kazanma kararındaki kişidir (Yazır, 1979: 5816).

Böyle bir karar, iman eden (itminan gösteren, mutmain olan) kişinin kendini bağlamasını gerektirir. Allah'a iman bir bağlanmadır (kayıt altına girmedir). Bağlanma gönülle olur ve gönülü O'ndan alıkoyacak şeylerden tahdit etmekle tahkim edilir: Hürriyet. İman etmenin kendisi bir fıkıhla yaşamayı gerektirir.

Modern insan, iman etmenin “çağdaş zamanın şartlarına göre yaşamak”tan bağımsız gerçekleşebileceği kanaatindedir. Modern insanın işlemleri vardır: [Boşadım, arkadaşlıktan çıkardım, sildim, cevap vermedim, hayatımdan çıkardım, unuttum onu, kâr ettim, hamle yaptım, geçtim, yendim, başardım].

İnanan ferdin inancı fıkhıyla gelir. Onun fıkhı muhatabının haklarını gözetir: [göz hakkını korudum; misafire ikram ettim; komşu hakkı vardı, gözettim; tuz-ekmek hakkı vardı, çağırdım-görüştük; bağışladım; muhtaç olduğum halde onu nefsime tercih ettim].

Sözü hitama erdireceğiz: “Men arefe nefsehu”, kendini bilmekten öte bir bilgidir; o, nefsin murakabeye alınması halidir. Yoksa insan kendi yapıp ettiklerini bilmektedir:

“Hayır, insan kendi nefsine basirdir; mazeretler bulup kendi yaptıklarını gizlemeye çalışsa bile böyledir” (75 Kıyâme 14-15).

  • Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, 2009
  • Kuşeyrî, Tasavvufun İlkeleri, Tercüman 1001 Temel Eser, c: 1, 1978
  • Uludağ Süleyman, Mârifet, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 23, 2003
  • Yazır Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, c: 8, 1979

YORUM YAP