Önceki yazımızda Türkmenlerin Anadolu'yu Müslümanlaştırmalarını anlamak bakımından dört tespit yapmıştık: 1) Anadolu, Roma-Rum-Bizans Hukuku ülkesi iken, Türkmenler ancak daha güçlü bir hukukla (İslâm hukuku) toprağa yerleştiler; 2) Türkmenler obalar halinde yaşadıklarından kendi içlerinde de hukuka ihtiyaçları vardı. Bu hukuku tatbik ettiler. Örneğin, kişi kendi ahısını (kardeşini) aldatmışsa “papucu dama atılırdı”; 3) Türkmenler Roma-Rum-Bizans düzeninin iktisadî yapısına eklemlenmeyi reddettiler, yeni bir ekonomi sistemi kurdular. Kırsalda değirmen inşa ettiler, tacir-seyyahlar için konaklama-güvenlik ağı oluşturdular. Roma hukuk-ticaret sisteminin dışında kalarak “Müslüman pazarı” kurdular; 4) Müslüman Pazarı, sadece Roma çarşılarından ayrılmayı amaçlamadı. Türkmenler, pazara mal süren esnafı teşvik eden (satış yapmadığı takdirde ondan vergi talep etmeyen) “yeni” bir zihniyet getirdi. Roma ülkesinde İslâm fıkhı uygulandı.
Hamisen, Türkmenlerin pazarlarına kadı atanmıştır. Bu meseleyi Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde anlatmıştı: “(Şehir) az zamanda mamur oldu (…) Pazar da kurdular. Halk toplanıp ‘Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim' dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi (…) Halk razı oldu. Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar'da okundu” (Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Nihal Atsız, Ötüken Yayınları, 2011: 30-31).
Demek ki Türkmenler daha 1299'da “Şehir odur ki Cuma kılınur, Pazar kurulur” fikrine sahip bir teoloji ile hareket etmektedir. Pazara atanan kadı, hem pazara mal süren tüccarlar arasındaki alacak-verecek husumetlerine bakmakta ve hem de müşteri-satıcı ilişkilerinde denetim mekânizmasını işletmekteydi.
Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde anlatılan bu hadise, Türkmenlerin “göçebe” olduğu, Osmanlı'nın bedâvet asabiyeti ile kurulduğu teorisini de bozmaktadır.
Türkmenler Anadolu'ya “göçebe” değil “göçebe evli” olarak yani bir şehir teolojisiyle geldiler. “Göçebe evli” demek, Türkmenlerin “yürüyen şehir”i inşa etmesi demektir. Bu “şehir”lerin sakinleri meslek erbabı idi. Bu “şehir”ler, ticaret yolları üzerinde yahut bu yolları oluşturacak şekilde toprakta balık ağı gibi serpilmiş vaziyette konumlanmaktaydı. Bu “şehir”lerde fakihler de yaşamaktaydı.
Dağ başlarında dahi ahilerin teşkilatlanması bunu göstermektedir. Türkiye'de ahilik araştırmaları, ahilerin “şehir loncaları” olduğu ezberini bir türlü aşamamaktadır. Oysa Ömer Lütfi Barkan'ın da işaret ettiği gibi ahiler, köylerde de teşkilatlanmışlardı: “Her köy ve kasabada bir ahi reisi mevcut olduğu anlaşılmaktadır” (Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, Vakıflar Gelen Müdürlüğü Yayınları, 2013: 64).
Ömer Lütfi Barkan makalesinde abdal, ahi, gazi zümrelerinin yanında “fakih”lerin de bulunduğuna işaret edilmektedir: “İlk Osmanlı Padişahları (…) mevcut zâviye şeyhlerini muhafaza ettikleri gibi; birçoklarının yeniden yerleşip zâviye açmasına da yardım etmişlerdir. Osman Bey'in ve Orhan Gazi'nin şeyhlerle münasebetlerine dair (…) kayıtları zikretmiştik. Burada, arazi tahriri defterinden çıkardığımız diğer bazı kayıtlara istinaden; bu hanedanın şeyh, Ahi ve saire gibi birer dinî teşkilata merbut kimselerle olan münasebetlerini takip edeceğiz: Meselâ kayıtlar kısmında birçok numunelerini çıkardığımız veçhile, 544 numaralı Bolu evkaf defteri ilk Osmanlı Padişahlarının ve silah arkadaşlarının vakıf ve mülklerini ihtiva etmektedir. Bunlar arasında pek çok Şeyh, Fakih ve Ahi mevcuttur. Bundan başka [221, 225] numaralı kayıtlar da gerek Osman ve gerek Orhan Gazi'nin bu gibi şahsiyetlere verdiği mülklerden bahsetmektedir” (Ömer Lütfi Barkan, 2013: 69).
Ömer Lütfi Barkan'dan yaptığımız bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Türkmenlerin Anadolu'yu Türkleştirmesi ve İslâmlaştırması, mülkiyetin kayıt altına alınarak adaletin tesis edilmesiyle mümkün olmuştur. Adalet mülkün temelidir ve halka zimmetlidir.
İlk Osmanlı Padişahları mülk emniyetini sağlayan bir kadı-müftü kadrosu ile birlikte hareket etmiştir. Anadolu topraklarında devletten önce varlık bulan “ahi-abdal-bacı” toplulukları “toprağı şenlendirerek- arazi-i mevât'ı ihya ederek” Anadolu'nun İslâmlaşmasını hazırlamışlardır.
Ömer Lütfi Barkan'a göre bu kişiler, ıssız dağ başlarında köy inşa eden gönüllü dağ jandarmalarıdır: “Kızıl Delü Derbendü ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde 58Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir. Demek oluyor ki, Allah'ın dağında böyle asâyişin ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım gelen bir derbend yerinde zâviyeyi tesis ve köy vücuda getirmiş olan bu şeyhler aynı zamanda hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında emniyeti temine kadir tabiatta insanlardır (…) Dağ başlarında yerleşen bu muhacirlerin orada tutunup çoğalmaları da onların kuvvetini göstermektedir. Bunlar gözü pek ve azimkâr Türk kolonları bu memlekette yalnız bir fatih ve işgal ordusu olarak gelmeyen Türklerin memleket ve toprak açıcılarıdırlar. Yeni fethedilen bir Hıristiyan memleketinde, bu şekilde gelip dağ başlarında yerleşecek, oraların imarı ve emniyeti ile meşgul olacak ve tesis ettikleri merkezlerde Türk dilini ve dinini yaymaya başlayacak misyonerlere ve gönüllü muhacirlere mâlik olmak ise; yeni kurulmakta olan Türk devletinin en büyük kuvvetini temsil etmekte olduğu meydandadır” (Ömer Lütfi Barkan, 2013: 69).
Ömer Lütfi Barkan, ziraatla iştigal eden bir fakih hakkında da bilgi vermektedir.
“Boş bir köye yerleşen ve orayı ihya eden Molla Mehmed'in Kurdî unvanını izah için vilâyet muharriri şöyle bir hikâye naklediyor: Müşkül bir meseleyi Acem uleması halledemeyib kendisine gönderdikleri zaman, o meseleyi, bu adam ulemanın kurdudur şeklinde bir takdir uyandıracak tarzda halletmiştir. Fakat ilmi bu dereceyi bulduğu halde gelib bir köyde ziraatla meşgul olan bu Türk âliminin Kurd'lukla olan münasebeti ayrıca tetikte değer bir mesele teşkil edeceği meydandadır” (Ömer Lütfi Barkan, 2013: 69).
Osmanlı Devleti'nin dervişlerle (tasavvufla) kurulduğu fikri de, Türkmenlerin bedâveti-göçebeliği de doğrulanamamaktadır. Ahilik tasavvuf öğretisi değildir. Fakihler de bedâvetle izah edilemeyecektir. Hz. Ali (ra), ilmin kapısı, fütüvvetin arslanıdır.
Lâ Fetâ illâ Ali!
Abes bir bahsi lüzumsuz uzattınız, Ortadan gideyim derken yan yollara daldınız. Doğrusu celbi merak oldu, buradan nereye varacağınız!