Kapitalizme karşı düşünce geliştirmeye çalışan bazı yazarlara göre “değer”, Allah'ın nimeti ile emeğin buluştuğu alanda ortaya çıkar. Bu fikirdeki Müslümanlar, “sadece emek değer üretir, sermayenin değer üretme kabiliyeti bulunmamaktadır” demektedir. “İnsana emeğinden başkası yoktur” (53 Necm 39) ayetini delil göstererek faizi (ribayı-emek karşılığı olmayan geliri) reddeden bu ekol, emek karşılığı olmayan başka gelirlerin de (kira gibi) gayr-ı meşru sayılması gerektiği görüşündedir. Bu yaklaşıma göre “mülkiyet” bir hak değildir, “özgürlük” sağlamamaktadır; tam aksine hegemonya üretmektedir. “Sermayeyi (mülkiyeti) elinde bulunduranlar, buna sahip olmayanların özgürlüklerini gasbeder” derler.
İslâm ekonomisi hakkında fikir üreten başka yazarlar da (53: 39) ayetini “emek” karşılığı anlamında delil almaktadır. Servetin kaynağının “emek” olduğu hususunda genel bir kabul bulunduğu söylenebilir. Örneğin, İbrahim Erol Kozak, İbn Haldun'un emeği her türlü kazanç ve malın temini için başat saydığını ifade eder:
“İbn Haldun'a göre her türlü kazanç ve mal, ancak emek sarf ederek elde edilebilir. Tabiî kaynaklardan, tabiatta kendi kendine yetişen nimetlerden bile istifade edebilmesi, onları kendi mülkiyetine geçirebilmesi için, insanın mutlaka emek sarf etmesi gerekir. Tüm servetler, zenginlikler, o ülkedeki üretken insanların emeklerinin, çalışmalarının sonucundan başka bir şey değildir. Esas itibariyle insan için çalışmaktan başka bir geçim ve kazanç yolu mevcut değildir” (Kozak, 1984: 83).
İbn Haldun'a referansla ifade edilen bu cümlelerde emek vurgusu merkezde yer almakta, fakat emeğin emtiaya değerini nasıl kazandırdığı hususu eksik bırakılmaktadır. İki balıkçı aynı malzemelerle denize açılmış ve aynı emek/zaman harcamış olsa, balıkçılar farklı cins ve kiloda avlanan balıkla o günkü mesaiyi tamamlasa, satışa arz edilen mahsulün fiyatı nasıl belirlenecektir? Diğer değişle emek, değeri nasıl belirlemektedir? İki balıkçıdan birine “rast gelen” ender balık, diğer değişle “kısmet” değerin asıl belirleyeni değil midir?
“İnsana emeğinden başkası yoktur” (53: 39) ayetinde geçen “Sa'y” kavramı, “İslâmî ekonomi” hakkında yazılan hemen tüm metinlerde referans verilmekte ve hepsinde kavrama “emek” anlamı yüklenmektedir. Ancak sa'y kavramının gerçek ve geniş anlamı, “her türlü çaba ve gayrettir.” Mastar olarak kullanıldığında ise “çalışmak” ve “koşmak” anlamlarını taşır. “Çalışma” meselesi “işçi emeği” gibi düşünülmektedir. Oysa örneğin “mesai” kavramı da sa'y kökünden gelmekte, “çalışma zamanı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bir çiftçinin, bir esnafın, zanaatkârın “mesaisi”, hiçbir şekilde “işçi emeği”ni ifade etmemektedir.
Müfredat'a göre “Sae (Sa'y)”, “yürüyüş, amel” anlamını taşımaktadır. Cum'a suresi (62: 9)'da geçen “fesaev” kelimesi, “sa'y” kökünden gelmektedir; “koşu” anlamı taşımaktadır. Bu ayette “Cuma namazı için nida edildiğinde çağrıldığınızda hemen alış-verişi bırakıp zikrullaha koşun / Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes'av ilâ zikrillâhi ve zerûl bey'a” denilmekte ve ardından sa'y sahiplerinin Cum'a sonrasında yeryüzüne dağılarak Allah'ın fazlından rızık aramaları istenmektedir. Böylece sa'y, yani Cuma'ya koşu ile namazdan sonra rızk için yeryüzüne dağılma gayreti birbirinden tefrik edilmiştir.
Ayetteki muhatabın ekseriyet itibariyle emekçileri değil, işletme sahiplerini; yani üretici, esnaf, çiftçi, sanatkâr bir toplumu hedef aldığı düşünülmelidir. Zira Cum'a namazı şehir ve pazar namazıdır; namaza gelenler işçiler değil işletme sahibidir. Cuma namazına gelen Müslümanların sermayeleri, ticari malları olan esnaf-köylü-zanaatkâr oldukları açık ve kesindir.
Her iki ayetteki “Sae (Sa'y)” için gerçek mananın emeği değil çaba sarfetmeyi, “kesb”i kast ettiği; işçi emeğine değil, insanî varoluşa ait san'ata, gayrete, amele vurgu yaptığı söylenebilecektir.
“Zenginliğin kaynağı salt başına emektir” ifadesi Kur'an kıssalarında tasvirlere de aykırı sayılmalıdır. Örneğin, Meryem kıssasında kadının rızkı semadan inmektedir (3 Âl-i İmrân 37). Bu ayette Allah'ın tevhid edildiğini, rızkları dilediği şekilde ve “emeksiz” de olsa paylaştırdığına delalet vardır. Kanaatime göre çocuklu kadınların rızkının semadan inişi (vehbî oluşu) Hz. Meryem kıssasında hikemî olarak sembolize edilir.
Benzeri şekilde Hızır'ın duvarı tamir etme kıssasında çocukların gelecekte ihtiyaç duyacakları yaştaki servetleri muhafaza altına alınmaktadır. Bu şekilde rızkın emeksiz ve sebepsiz dağıtılmasına örnek verilmektedir.
“Ancak emek değer üretir. Sermaye değer üretmez” ifadesi anne karnındaki ceninlerden, süt emen bebelere, felçli ve yardıma muhtaç müstezaflara, sabilere, gebe veya emzikli olup da çalışamayacak durumda olan kadınlara kadar birçok nimet sahibinin reel durumuna izah getirememektedir. Aşağıdaki ayetlerde de rızk, işçi emeği ile kesb edilmemektedir:
“Nice canlı mahluk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Onu da sizi de Allah rızıklandırıyor. O, hakkıyle işiden, kemâliyle bilendir / Ve keeyyin min dâbbetin lâ tahmilu rızkahâ allâhu yerzukuhâ ve iyyâkum ve huves semîul alîm” (29 Ankebut 60); “Şüphe yok Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir, daraltır, şüphe yok ki o, kullarından haberdardır, onları görür / İnne rabbeke yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdir, innehu kâne bi ibâdihî habîran basîrâ” (17 İsra 30).
Anlaşılacağı üzere rızk ve servetin kaynağı salt emek değildir. Miras, nafaka, mehir gibi hukukî müesseseler servetin bir kişiden başka kişiye aktarılmasını mümkün kılmakta ve “dilencilik” sayılmamaktadır.
Servetin kaynağı olarak emek ve çalışmayı tek başına yeterli bir sebep gibi düşünmek, emek harcamadan rızk ve servete kavuşanların durumlarını izah etmemektedir. İnsanların kazanç konusunda birbirine denk olmaması vahiyde de beyan edilmiştir: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Onların bir kısmı diğer kısmına iş gördürsün diye kimini kimine derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti ise onların toplaya geldiklerinden hayırlıdır” (43 Zuhruf 32).
İslam'da kategorik olarak ücretli işçiliğin bulunmadığı, istisna akti kapsamında işlerin tamamlandığı söylenebilecektir. İstisna aktinde sözleşmenin "işçi" tarafında görünen kişi, işin bütününü yapan veya emtiayı bütün parçalarıyla imal eden sanatkârdır. İslam toplumundaki “işçi”, günümüzdeki gibi emeğini sadece tek bir şirkete ya da patrona satan kişi olarak algılanmamalıdır. İşin binlerce parçaya bölünmesini sağlayarak işçilerin işin bütününü yapmasını engelleyen kapitalist birikim rejimleri (Taylorizm-Fordizm) bu işçi/sanatâr/zanaatkâr ustayı iş piyasasından uzaklaştırmıştır. İslâm'ın ekonomik görüşünün merkezinde yer alan "işçi", emeği ile piyasada varlık bulan "tek başına işletme" vasfında "hür" kişidir. Dolayısıyla o, sadece zamanını değil becerisini, zanaatını da ücretlendirmekte, seri üretim mantığı içinde çalışmamaktadır. İslâm ekonomisinin "emek ehli", emeğini satmak için yalvarıcı olmamakta, tam aksine "işveren" onun karşısında onun sanatına muhtaç kalmaktadır.
İslâm, böyle kişilerden teşkil edilmiş "işçi"lerin "alın teri kurumadan ücretlerini verin" demektedir. Müslüman toplum, günümüzde artık bu anlamdaki “emek ehlini-zanaatkârını” kaybetmiştir.
Emek teorisi ile İslâm ekonomisini izah etmek mümkün görünmemektedir. Başka kavramlarla düşünmeye şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.
- Kozak İbrahim Erol, İbn Haldun'a Göre İnsan Toplum İktisat, Pınar Yayınları, 1984