Tarihçi Kadir Mısıroğlu'nun kaleme aldığı 'Benden tarihi haberler' yazı dizisinin ikinci bölümü Şadiye Osmanoğlu ile olan hatıratı devam ediyor.
Aradan epey bir müddet geçtiği hâlde kızından müspet veya menfî hiç bir cevap alamayan biraderim çok üzülüyordu. Kendisinde terk edilmiş insanların o târife sığmaz sıkıntılı hâlini müşâhede ediyordum. Hâlbuki sonradan öğrendiğime nazaran, zavallı kızının durumu da O'na para göndermeye hemen hemen hiç müsâid değilmiş! Belki de, teminindeki güçlük sebebiyle cevâbını geciktirmiş bulunuyordu. Fakat birâderim, beklediği cevabı alamayınca, bu durumu kızının alâkasızlığına hamlediyor ve sinirleniyordu.
Bu sırada sık sık odama gelirdi. Dertleşirdik. Kendisini tesellî etmeye çalışırdım. Kızının, babasını aslâ ihmal etmek ihtimali olmadığını, belki de gönderilen mektubun postada kaybolduğunu söyleyerek O'nun kederini dağıtmaya çalışıyordum. Fakat O, pek de iknâ olmaz, bu hareketi kızının ihmalkârlığına hamlederdi. Üzüntü ve kederi her gün biraz daha artıyordu. O güne kadar, parasını veremediği için birçok otelden kovulmuştu. Bu müessif hâdisenin bir kere daha tekerrüründen endişe ediyordu.
Yegâne tesellîsi, odama gelip benimle dertleşmek, eski güzel günleri yâd etmekti. Paris'te görüştüğü pek az kimse vardı. Bunlar da, umûmiyetle hânedânımıza mensup veya yakın kimselerdi ki, hepsinin mâlî durumu birbirinden beterdi.
Bir gün yine bu şekilde odama gelmişti. Şuradan buradan konuştuktan sonra üç-beş gün sonra bir araya gelmeyi kararlaştırdık. O gün bana gelecekti. Ben de, O'nun sevdiği İstanbul yemeklerinden Çerkez tavuğu vs. yapacaktım. Bunu ben teklif etmiştim. Maksadım, birâderi oyalayıp avundurarak O'nu kederli düşüncelerinden kurtarmaktı. Fakat kararlaştırdığımız günden bir gün evvel, bir akşam vakti âniden çıkıp geldi. Üstü başı perişandı. Hâlinde bir fevkalâdelik olduğu açıkça görülüyordu. Elinde bir file taşıyordu. Fileyi masanın üzerine koydu. İçindekileri birer birer çıkarmaya başladı. Bunlar bir elbise fırçası, bir kaç konserve ve bir şişe de kolonya idi. Şunları bana getirdiğini söylüyordu. Önce bu hareketin mânâsını anlayamadım. Çünkü bunlar çarşıdan alınıp getirilmiş yeni şeyler değildi. Elbise fırçasının kullanılmış bir şey olduğu görülüyordu. Kolonya şişesi ise esâsen yarımdı.
«-Bu konserveleri sen yersin, bana niçin getiriyorsun?! Bu fırça da sana lâzım olur. Keza kolonyayı da kullanırsın. Hepsini yine bu fileye koyalım.» dedim.
Her ne kadar ısrar ettimse de fikrinden caymadı. Nihayet getirdiği bu eşyaları masanın üzerine bırakarak bir bahane uydurup savuştu, gitti. Bu son derecede garip bir hareketti. Fakat yine de aklıma pek kötü şey gelmedi. Meğer zavallı kardeşimin acıklı âkibetinden sonra ortada kalacak olan yegâne serveti, bu küçük filenin içindeki birkaç konserve ile eski bir elbise fırçası ve yarım şişe kolonyadan ibâretmiş!..
Ertesi sabah O'na vaadettiğim ziyafet için tavuk vs. almak üzere çarşıya çıkacağım sırada telefonum çaldı. Aşağıda otelin salonunda iki beyin beni beklemekte oldukları bildiriliyordu. Kim olduklarını sordumsa da:
«-Bilmiyoruz.» cevabını verdiler.
«-Allah Allah, sabahın bu erken saatinde beni arayan bu iki erkek kim acaba?» diyerek aşağıya indim. Tam merdivenin dibine geldiğimde Şehzâde Ömer Fâruk Efendi ile İslâm Beğ Senfoli, Azerbeycan Türkleri'ndendi. Vaktiyle Rus Ordusunda zâbitlik etmişti. Bizim âile ile pek çok alâkadardı. Hânedân'dan tanıdığı kimselere elden geldiği kadar maddî ve mânevî müzâheret gösterirdi. Bu zât, hâlen de Paris'te yaşamaktadır. Onları görünce:
«-Hayrola ne haber?!..» diye sordum.
«-Maalesef kötü haber!..» dediler.
----------------