Uzun süredir “Umrancılık” düşüncesini eleştiren yazıları kaleme alıyoruz. “Umrancı” ekolün karşısına “Ehl-i Beyt ve Fütüvvet” ekolünün irfanını koyduk ve adına “Rıza şehri=Medine” fikri dedik.
Bu ekol, insanı “esfel-i safilin”e düşüren esirliğe (fizikî ve ruhî mahkûmiyete/müptelaya uğratılmak esirliktir), miskinliğe (“hayat iman ve cehddir” şiarından kopup seferden geri kalıp yeryüzüne saplanmak miskinliktir) ve yetimliğe (fütüvvet irfanını kaybetmek, yetim kalmaktır) Allah için el verip yardım etmek peşindedir. “El ele, el hakka.”
Bu üç kavram, İnsan suresinde geçiyor: “Ve yut'imûnet taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ / Ve sevdiği taamı (yemeği), miskinlere, yetimlere ve esir olanlara yedirirler” (76 İnsan 8).
Horasan erenlerinin alameti “sofra açmak” bu hikmeti miskin/yetim/esir'e anlatma ehliyetini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber (asv) de Mekke'de daveti açıkça anlatmaya başlamadan önce en yakınlarını uyarmak için “sofra açmış”tı.
Amaç nedir? derseniz, “meveddet” ayetinde verilmektedir: “İşte Allah'ın, âmenû olan ve salih amel işleyen kullarını müjdelediği budur. De ki: Ben, ona (tebliğe) karşı bir ücret istemiyorum, yakınlıkta sevgiden başka (meveddete fîl kurbâ)” (42 Şûrâ 23).
Fütüvvet, “karşılıksız iyilik etmek, sofrasına tek başına oturmamak, misafire hizmet etmek, haksızlığa karşı koymak, teraziyi doğru tutmak” anlamına geliyor. İbrahim (as) insan donunda kendisine gelen iki meleğe “sofra açmış” ve fütüvvet gereğini yerine getirmişti.
Allah kulu Resulü (asv)'ne buyuruyor ki: “Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu / De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, o takdirde bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin” (3 Âl-i İmran 31). Demek ki feta ehli, Hz. Resul'e ücret beklemeden tabî olacaktır.
İnsan suresinin diğer bir ayetinde de ücret beklentisinden feragat ahlâkından bahsedilmektedir: “İnnemâ nut'imukum li vechillâhi lâ nurîdu minkum cezâen ve lâ şukûrâ / Biz sadece Allah'ın vechi için sizi doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz” (76 İnsan 9).
Bir gün Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma (ra) işlerin meşakkatinden bıkıp Hz. Peygamber (asv)'e vardılar. Hz. Ali (ra) konuştu, “Ya Resulullah, bize bir hizmetçi ver” dedi. Peygamber (asv) onlara “Sana şikâyetlerini giderecek hayırlı şeyler söyleyeyim mi? Yatağına girince otuz üç defa la ilahe illallah, otuz üç defa subhanallah ve otuz dört defa da elhamdülillah de. İşte bu yüz şey dünya ve içindekilerinden daha hayırlıdır.” Hz. Peygamber (asv) ücret/mansıp beklemeden yaşamayı Hz. Ali (ra)'ye böyle öğretmişti.
İnsanın insana kulluğunu ve refah içinde yaşamayı reddeden Ehl-i Beyt mensupları, Medine'de barınamayınca Horasan'a yerleşti. Ehl-i Beyt'i Medine'den çıkarıp sürenler ise “umrancı”lardır.
İmam Rıza ve O'nun etrafında bulunan toplulukla Horasan-Maverâünnehir'e gelen Ehl-i Beyt'in getirdiği “Fütüvvet”, Türkmenleri organize etmiştir. Türkmenlerin en önemli özelliği, Ehl-i Beyt'e sahip çıkması ve O'nun etrafında teşkilatlanmasıydı.
Horasan (“Güneşin doğduğu yer”), Ehl-i Beyt'in sığındığı bir coğrafyadır.
Anadolu da (“Güneşin doğduğu yer”) ve vahiy coğrafyası olarak Ehl-i Beyt'in nesebinin yaşayıp, türbeleriyle, makamlarıyla mühürlediği bir mekân oldu.
Anadoluculuk bir Ehl-i Beyt ekolüdür; buna bizden önceki Anadolucular müdrik değildir.
Daha ortada mezhepler, sûfi ekoller, Nakşîbendîlik, Gazalî, felsefî tartışmalar yokken Horasan'da Ehl-i Beyt ve fütüvvet ekolü vardı.
Fütüvvet ekolü; Hz. Ali, Cafer-i Sadık, Musa Kazım, Beyazıd Bistami, Ebu'l Hasan Harakânî, Ebû Ali Fârmedî, Yusuf Hamedanî, Ahmed Yesevî zinciriyle Horasan'a nefes verdi. Moğol istilası ise bu ekolün vahiy coğrafyası olan Anadolu'ya taşınmasına sebebiyet vermiştir.
Allah Resûlü'nün inşa ettiği Medine=adalet yurdu Yezid ve avanesinin elinde “Umranlaşarak” Ehl-i Beyt'i kovmuş ama bu “Medine=şehir teolojisi”nin Hz. İbrahim (as)'in ülkesi Anadolu'ya taşınmasını sağlamıştır.
Kâfir Yezid'in cürmü, “Medine=şehir” fikrinin ilahi takdir gereği Horasan'a ve oradan da vahiy coğrafyası Anadolu'ya taşınmasına gerekçe olmuştur.
Bu nedenle “umrancılığı” şehir yıkan “çöküş teorisi” olarak görüyoruz; Farabî'nin “cahiliye” dediği şey sayıyoruz.
Esir, yetim, miskin insanların yaşadığı sömürü kentlerinin sistemleşmesine “Umran” diyoruz.
Yesevîlik çıkış noktasında on iki imam / Ehl-i Beyt'e bağlılık üzeredir. Türkmenler Ehl-i Beyt'e sahip çıkmıştır.
Bu anlattığımız Şiîlik değildir; unutulmuş bir alandır, Hz. Âdem'e varan “Fütüvvet irfanı”dır.
Ehl-i Beyt, daha sûfîlik ortada yoğ iken “Dört Kapı”yı öğretti: 1) Şeriat, 2) Tarikat, 3) Hakikat, 4) Marifet. Bu dört kapının her birinin bağlı olduğu bir esas vardır: 1) Mekân, 2) Zaman, 3) İhvan, 4) Sultan.
Yesevîlik, “Şeriat” gereği “Mekân”ı düzenlemek zorunda olduğu bilgisini (irfanını) Ehl-i Beyt mektebinden almıştır. Mekân, “şehir=Medine=emin belde: ve hâzel beledil emîn (95 Tin 3)” ile şenlendirilip inşa edilebilir.
Bu nedenle “şehir”siz “Sünnet” yaşanamaz; şehir olmadan “vatan” da olmaz.
Şehir, adalet/güvenlik/emniyet yurdudur.
Ömer Lütfi Barkan'ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesinde anlattığı Ahi-Abdal-Bacı-Fakı zümrelerin dağda bayırda, mezralarda bahçe açıp köyler kasabalar inşa etmeleri başka türlü izah edilemez.
Bu hikmeti bu topraklara getirip Bizans'a Zülfikar sallayan baldırı çıplak Türkmenleriz.
Umrancılık, “şehir=Medine”den sürülen ehl-i Beyt mektebinin teolojisini “göçebelik” kavramıyla damgalamaktadır.
Ehl-i Beyt'i vahyin coğrafyasından süren Umrancıların devletleri de çöküyor.
Bahçe biziz, gül bizdedir.