Ö. L. Barkan'ın bahsini ettiği, kolonizatör dervişler, Anadolu'nun İslâmlaşması-Türkleşmesi bağlamında ele alınmış gibi görünmektedir.
Barkan'ın yönlendirmesi ile konuya eğilen araştırmacılar da meseleye Anadolu'nun İslâmlaşması-Türkleşmesi nazarından bakmaktadır. Kanaatimizce 12. ve 13. Yy. toplumsal hayatında günümüzün etno-Müslüman kimlik yaklaşımlarını haklı çıkaracak çabalar yeterli anlamlandırma çerçevesi sağlamayacaktır.
“Kolonizatör Türk dervişleri”nin kurdukları zaviyelerle Anadolu'nun kısa sürede İslâmlaşmasını ve Türkleşmesini sağladıkları vurgusundan ziyade bu zaviyelerin “şehir kuran teoloji”den beslenen rollerine odaklanmak önümüzdeki dönem Anadolu'daki Müslümanların (ve İslâmcılığın) yol haritasını belirlemesini sağlayabilir.
Bu yargıdan hareketle yazımızda 1) Türkmenlerin şehir teolojisiyle Anadolu'yu imar ettikleri, 2) Türkmenlerin örgütlenme biçimlerinin şehir kurmayı imkâna çıkardığı, 3) Türkmenlerin zaten “şehirli” olduklarını iddia etmekteyiz.
Tufan Gündüz “Yörük” adının “yürü-mek” mastarından türetildiği ve “yürüyen-sefere koşan, çadır halkı”, “bir yerde durmayıp devamlı yer değiştiren göçebe” manasına geldiğine işaret etmekle birlikte XII. Yy.dan önce Anadolu'nun Batı bölgelerine gelen konar-göçerlere “Yörük”; bahsedilen yüzyıldan sonra buralara gelen konar-göçerlere ise “Türkmen” denildiğine işaret etmektedir (Tufan Gündüz, Anadolu'da Türkmen Aşiretleri, Yeditepe Yayınevi, 2015: 32).
Osmanlı Devleti'nin Türkmen-Yörük terimlerinin kullanılmasında fark görmediğine işaret eden Tufan Gündüz, kitabının bir yerinde bu görüşünden ayrılmıştır: “Osmanlı Devleti'nde Türkmenler, Yörüklerden farklı olarak merkezi hükümet tarafından yaylak ve kışlakları ile göçüp-konacakları sahaların sınırları tespit ve tayin olunarak belirli bir düzene tâbi tutulmakta, kaza ve sancak statüsünde yönetilmekte idi” (Gündüz, 2015: 35).
Tufan Gündüz'ün işaretiyle Yörüklerin Türkmenlerden farklılıkları başka ölçeklerle de anlaşılabilir: “Yörük, toprağı olmayan, yani belli bir yerde durmayan konar-göçer olarak nitelendirilmiştir (…) Yörükler eğer bir sipahiden yer tutup ziraat ederse öşür ve salarlık verdikten sonra “boyunduruk” adıyla on iki akçe vermek durumundaydı” (Gündüz, 2015: 33).
Tufan Gündüz'den aktardığımız tespitlere itibar edilirse derviş ve zaviyelerin “devlet öncesi” bir yerleşim politikasıyla Anadolu'ya serpildiği söylenebilecektir.
- Akif Erdoğdu'nun “Karaman Vilayeti Zaviyeleri” başlıklı makalesi de derviş ve zaviyeleri konu alır. Erdoğdu, “Zaviyelerin çok yönlü bir müessese olduğu anlaşılmıştır. İmardan iskâna, zanaattan ticarete, askerlikten eğitime ve dinî konulara kadar hemen her sahada zaviyeler etkin bir rol oynadı (…) Doğu kökenli bu dervişler Türk ordularından daha evvel kurdukları zaviyelerle hudut boylarına ulaştılar” (M. Akif Erdoğdu, Karaman Vilâyeti Zaviyeleri, Tarih İncelemeleri Dergisi, sayı: IX, 1994: 89) tespitleriyle dervişlerin “devlet öncesi şehir felsefesi” ile hareket ettiğine dair başka ipuçları vermektedir.
Osmanlı fütuhatının toplumsal tabanı Türkmenlerin “imar hareketi”, piramidal bir toplumun kentleşme sürecini tahkim eden hadarileşmeye-umranlaşmaya açılmamaktaydı. Bu nedenle Türkmenler “umran” değil “şehir” tasavvuruyla hareket etmekte ve “yürüyen şehir” fikriyle bağlarını kesmemekteydi.
Aşıkpaşaoğlu Tarihi'nde de Türkmenlerin “göçer-evli” oldukları ısrarla vurgulanmıştır: “(Acemler) göçebe Türkleri kendilerine dayanak edip Araplara galip geldiler. Arap mağlup olunca kâfir ülkeleri kafa tutmaya başladılar. Kâfirler Müslümanlara itaat etmez oldu. Bu göçebe Türklerden Acem padişahları çekinir oldular. Tedbir düşünerek ittifak ettiler ki bu göçer evli Türkleri kendi üzerlerinden uzaklaştıralar. Süleymanşah Gazi'yi ileri çektiler ki o, göçer evlilerin ulularındandı. Elli bin kadar göçer Türkmen ve Tatar evini onun yanına verdiler. “Varın, Rum'da (=Anadolu'da) gaza edin” dediler. Süleymanşah dahi kabul etti. Geldiler. Erzurum'dan Erzincan'a indiler. Erzincan'dan Rum (=Anadolu) ülkesine girdiler” (Ahmet Âşıkî, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Ötüken Yayınları, 2011: 16).
Ömer Lütfi Barkan'ın makalesinde yalnızca “değirmen” tesisi hakkında verilen bilgileri gözden geçirmek dahi Türkmenlerin göçebeliğinden kuşkulanmamıza kapı açmaktadır.
Ömer Lütfi Barkan, “Bu devirlerde gördüğümüz dervişler, henüz bizzat ziraatla meşgul olan ve bağ bahçe yetiştirmekle zaviye ve değirmen inşa etmekte mahir olan işgüzar insanlardır” (Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, tarihsiz: 33) demekteydi.
Osmanlı şehri “Cuma kılınur, Pazar kurulur” ilkesiyle hareket ettiği için yerleşim tasavvuru farklıdır. Bu şehir coğrafyaya yayılmış, tarım ve hayvancılıkla uğraşan örgütlü toplulukların toprakta iskân edilerek yaşattığı şehir teolojisinden neşet etmektedir.
Bir “Osmanlı Umranı” tahayyül edilecekse bunu ziraat-hayvancılıkla meşgul “yürüyen şehir = göçebe evli” toplulukların Anadolu sathına yayılmış iktisadî-içtimaî örgütlenme yapısı içinde aramak gerekir. Türkmenler bu şehir (imar) sistemiyle Anadolu-İran hattında kaçgöç yapabildiler ve İbn Halduncu “umranın dayanışmacı topluluğu yok etme zorunluluğu”na yakalanmadılar.
Türk İslâmcılığının bugün kentleşme ile uğradığı umrancılık ise geçimlik üretim biçimini de erdemleri de reddeden sınıf toplumlu uygarlığın tarihsizlik, hafızasızlık buhranına yakalanmıştır.
Türk İslamcılığı, Türkmen “göçer evli toplum” teolojisinin hayata çıkardığı köy-kasaba-şehirleri yıkarak yükselttiği ve nüfusu temerküz ederek yoğunlaştırdığı kentlerle Anadolu'yu boşaltmakta, hadariliği (kent uygarlığını) esas hedef bilmekte ve onun nihai aşaması olan kendi kendinin çöküşünü de getiren doğasına teslim olmak üzeredir.