“Türk” kavramının yeniden anlamlandırılması ve Türkiye'deki millet kimliğinin tanımlanması için kaleme aldığımız yazılar Umrandan Medeniyete (2016) ve Türklerin Kanadı At (2018) başlıklı çalışmalarımızın bir devamı niteliğindedir. Bu kapsamdaki çalışmamızı Hanif Türk başlığıyla “adlandırdık.”
Bu ad, Türklerin Hz. Nuh'un torunları olduğu inancından hareket etmektedir.
Türklerin Hz. Nuh'un torunları olduğu inancı daha önce de yayınlanmış metinlerde bahis konusu edilmiştir. Ancak bizim adlandırmamız sadece nesep bağını ortaya koymak değildir. Türkçede Türklerin Hz. Nuh'tan itibaren gelen soy zinciri içinde “Hanif Türk” olarak varlık kazandığı ifade edilmemiştir.
Eski Türk kültüründe “Gök” kelimesinin üç anlamı vardı: 1) Gök, sema; 2) Mavi renk; 3) Ulu, yüce, kutsal.
Türkler “gök” yerine “kök” kelimesi kullanarak “Kök Tengri” (Ulu Tanrı) olarak adlandırdıkları bir tek-Tanrı inancı ile yaşamaktaydı. Sait Başer Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmâü'l-Hüsnâ Açısından Bakış adlı kitabında “Kore'den Macaristan'a kadar uzanan geniş sahada çok hareketli bir hayat yaşayan Türkler, cihanşümul devletler kurmak ideali sebebiyle sık sık farklı kültür ve inanç sistemleri ile karşılaşmışlardır. Bu yüzden çeşitli dinlere de girmişler ama o dinlere giren Türk boylarının pek çoğu millî vasıflarını muhafaza edememişlerdir” der (Başer, 1991: 10). Başer, eski Türk hayatından medeniyet tarihi araştırıcılarının işine yarayacak vasıfta pek az vesika kaldığına da işaret eder.
Eski Türk tarihi hakkında düşünmek, Türk'ün insanlık tarihi içinde yerini tespit etmek, İslâm'ın Hz. Âdem'den bu tarafa gelen tarihi üzerine tefekkür etmek olarak algılanmalıdır. Özellikle bizim geliştirmeye çalıştığımız “Türk'ün tarihinin, hanifliğin tarihinin bir parçası olduğu”na dair tezimiz doğrulanırsa, bu, insanlığın uygarlık tarihi yazımında büyük değişmelere sebebiyet verecektir. Bu tezin doğrulanması, Comte (pozitivist düşünce), Rousseau-Hobbes (doğal toplum), Marks-Engels (tarihsel materyalizm) üzerinden gelen teorilerin de yıkılmasına neden olacaktır.
Sait Başer yukarıda adı geçen çalışmasında Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig ve Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lügat-it Türk adlı eserlerinden aldığı ifadeleri, İslâm vahyinin tebliğ ettiği esmâü'l-hüsnâ (Allah'ın isim ve sıfatları) ile karşılaştırmakta ve “Eski Türkler'in inandıkları Tanrı ile İslâm'ın Allah'ı aynı kudrettir. Bu hem mana hem de isimleri ve sıfatları itibariyle böyledir” (Başer, 1991: 80) demektedir.
“Araştırmada madde madde tahlil edilen özellikleriyle gerçek bir tevhid sisteminin merkezinde bulunan Gök Tanrı'nın insanlara din göndermemiş olması düşünülebilir mi? Bize göre düşünülemez” diyen Sait Başer, “O halde bu dinin mahiyeti ve hiç olmazsa adı nedir?” diye sorar (Başer, 1991: 81). Bizim kanaatimizce bu sorunun cevabı ancak Türklerin Hz. Nuh'un dininde olduklarının kabulüyle verilebilecektir.
Sait Başer, Yahya Kemal'de Türk Müslümanlığı kitabında ise “Türk denilen kimse, gafil (yalnguk) içinden hikmete (bilgeliğe) ulaşmış ‘kişilik' derecesine varmıştır. Aklı, US (gaflet ifade eden akl-ı maaş) derecesinden, ÖK (hikmete ermiş akl-ı mead) derecesine yükselmiştir (…) Bu seviyeye erişen kimse Kut kazanmış, gönlü pişmiş ve Töre vaz'etme noktasına varmıştır. Kut, her yerde mevcut olduğuna inanılan ‘Kök Tengri'nin tecellilerine derece derece ulaşmak demektir” (Başer, 1998: 30) demektedir.
Görüleceği üzere Sait Başer'in yorumunda “Töre” koyan kişi, kendi riyazet, zühd çabasının neticesi nefis terbiyesi ile hikmeti elde eden bir figüre dönüşmektedir. Oysa Kur'an'da “Hikmet”, kişiliğin kendi cehdiyle ulaşabileceği bir bilgi olarak karşımıza çıkmamaktadır:
“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar” (2 Bakara 269).
Kur'an “Hikmet”i, Allah'ın indirdiğini beyan etmektedir:
“(Ey Muhammed) Allah, sana kitabı (Kur'an'ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana lütfu çok büyüktür” (4 Nisa 113);
“Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut (Tevrat'da olan hükümlerle amel et). Biz ona daha çocukken hikmeti verdik” (19 Meryem 12);
“Andolsun, biz Lokmân'a ‘Allah'a şükret' diye hikmet verdik” (31 Lokman 12);
“Doğrusu Biz, İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik” (4 Nisa 54);
“Davud Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi” (2 Bakara 251).
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Sait Başer'in “gafil (yalnguk) içinden hikmete (bilgeliğe) ulaşmış ‘kişilik' derecesine varmıştır” diyerek teorize ettiği paradigma ile Kur'an'daki “hikmet” tasavvuru uyuşmamaktadır. Zira Kur'an “Biz ona daha çocukken hikmeti verdik” (19 Meryem 12) ayetinden de anlaşılacağı üzere hikmeti kişinin kendi riyazetine bağlamamakta ve onu vehbî (Allah'tan indirilmiş) bir bilgi kılmaktadır.
Benimsediğimiz bu açıklama modeliyle “Töre Koyucu” kişiliğin ancak Allah'ın indirdiği hikmetle bunu gerçekleştirebileceği hususu da ortaya çıkmaktadır. Nitekim Sait Başer'in Gök Tanrı Dini ile İslâm'ı kıyasladığı paradigmasında “Töre”ye dair vurgularını “sistematik bir din” olarak tanımladığı da görülmektedir:
“Domuz eti yememekten başlayıp ‘Hân-ı yağma' denen bir nevi zekâta; zina yasağındaki diğer inançlara gösterilen toleransa; misafirperverlikten, nizâm-ı âlem fikrine; Adalet anlayışından, ahlâk anlayışına kadar son ve mükemmel din olan İslâm'ın getridiği mesajlarla ters düşmeyen bir cemiyetin Tanrı inanışından söz ediyoruz (…) Kitâbelerde anlatılan Kut ile, İslâmiyetin kabulünden bir buçuk asır sonra yazılmış Kutadgu Bilig'te anlatılan Kut mefhumu arasında hiçbir fark yoktur. Bu sürekliliği daha sonraki asırlarda Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları'nda da müşahâde etmekte güçlük çekmiyoruz (…) Tanrı ihsanı olduğu şüphe götürmeyen Kut'un ancak ve sadece Töre'ye uymak suretiyle kazanılabildiğini gördük” (Başer, 1991: 81-83).
Bizim Sait Başer'in beyanında itiraz ettiğimiz husus, Töre'nin de Kut'un da Allah tarafından indirildiği hususunun dikkatten kaçırılmasıdır. Nitekim Sait Başer'in yukarıda alıntıladığım metninde işaret edilen “Türk Töresi” dediği yasalar, Kur'an'da bütün Müslümanlara emredilmiş hayırlar ve nehyedilmiş haramlar çerçevesindedir:
Domuz eti yememek: “O, size; ölüyü, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesileni haram kılmıştır” (2 Bakara 173).
Zekât vermek: “Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlarla (müellefe-i kûlûb), köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir” (9 Tevbe 60).
Diğer inançlara gösterilen müsamaha: “De ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Zalimler için Biz bir ateş hazırladık ki, duvarları onları çepeçevre kuşatmıştır” (18 Kehf 29).
Misafirperverlik: “Hz. İbrâhîm'in ikram edilen misafirlerinin haberi sana geldi mi? Onun yanına geldikleri zaman ‘selâm' dediler. (Hz. İbrâhîm de): ‘Selâm yabancı kavim' dedi. Bunun üzerine (Hz. İbrâhîm) gizlice ailesinin yanına gidip hemen (kızarmış) semiz bir buzağı getirdi. Böylece onu (yemeği) onlara yaklaştırdı (ikram etti): ‘Yemez misiniz?' dedi” (51 Zâriyât 24-27).
Ahlâk: “Ve muhakkak ki sen, mutlaka çok büyük bir ahlâk üzeresin” (68 Kalem 4).
Görüleceği üzere Kur'an açısından Sait Başer'in bahsettiği anlamda KUT, vahiyle indirilmekte veya kendisine vahiy indirilmiş peygamberlerle halka açıklanmaktadır. Vahye ve peygambere muhataplık anlamında insanlığın içinde istisnaî bir “millet” olmayacağı hususu eğer kabul görecekse, eski Türklerde rastlanan KUT'un “Kut kazanma bilgisi” ile elde edilmiş olamayacağı da teslim edilecektir. Bu durumda eski Türklerin hayata geçirdiği KUT'un kaynağının Hz. Nuh (as) olduğu ve sonraki dönemlerde de Türklere gönderilen ama ismi zikredilmeyen peygamberler olacağı ifade edilebilecektir.
- Başer Sait, Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmâü'l-Hüsnâ Açısından Bakış, Seyran Yayınları, 1991
- Başer Sait, Yahya Kemal'de Türk Müslümanlığı, Seyran Yayınları, 1998