Millî Görüş'ün “Önce Ahlâk ve maneviyat” sözünü önde tutmasını önemsiyorum. Bediüzzaman'ın “İman davası, bu cihan harbinden ve hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha büyük bir dâvâdır” şiarıyla ortaya koyduğu cehdi, Millî Görüş'ün “Ahlâk davası”na yakın görüyorum. Bu iki mecranın şiar edindiği mezkûr iki kavramın “bölünemez bir bütün” oluşturduğunu fakat kendi aralarında pay edildiğini görmekteyiz. İman ve Ahlâk, “Hakikat”in parçalanamaz kavramları olmalıdır.
Her iki hareket de Türkiye İslâmcılığının iki temel fraksiyonunu temsil etmektedir. Bediüzzaman'ın hareketi bir “medrese” yapılanması olarak ortaya çıktı. Milli Görüş ise “devleti İslâmî esas ve değerlere göre örgütleme” kaygısıyla hareket ederek siyasal alanda kitle desteği aradı.
“Siyasetin şerrinden Allah'a sığınan” hareket inşa eden Bediüzzaman karşısında Milli Görüş, “Kuvveti değil Hakkı üstün tutan düzen” teklif etmekte ve “Kaynağını İslâm'da bulan adalet” fikrine vurgu yapmaktaydı. Fakat kanaatimce her iki hareket de İslâm'ı kitlelerin kabulüne arz edecek “dava insanları”nı yetiştirme arayışı bakımından Gazalici (yönetici ekolü teklif eden) yaklaşımlara sahiptir ve bu cihetten birbirine benzemektedir.
Her iki hareketin de aidiyet kesbettiği kavramlara (Ahlâk, İman) “dindarlık” anlamı yüklediğini iddia edebiliriz. Dindarlık her iki harekette de kartezyene uğramış bir “iki dünya” kurgusunda ve “özel alanda” ortaya çıkmaktadır.
Maişetini elde ederken görece “seküler” hayatı sürdüren kişilerin mesai dışı hayatlarında “dindar”lığa sığınmaları “kartezyen- çifte hakikat” oluşturmaktadır. Kartezyen düşünceye göre, içtimaî ve iktisadî hayat, pozitif bilimlerin ilkeleriyle ele alınabilir. Dindar özne, aidiyet hissettiği zaman ve çevrede metafizik-dinî değerlerle (bilginin dogmatik özüyle) bağ kurarak hayat bulmaktadır. Böylece varlık, en azından şimdilik (iman ve/veya ahlâk nizamı kuruluncaya dek) tinsel ve maddi olarak kerhen ikiye bölünmektedir.
Milli Görüş'ün tabanında tasavvuf erbabı büyük bir kitle bulunmaktadır / vardır. Bediüzzaman'ın hareketinde de (“medrese”lerde) bir tür sufiliğin (belki Kadirîliğin) izlerine rastlamak mümkün gibidir.
Her iki akım da gençlikle ilgilendiğinden, son tahlilde ikisi de “kadro hareketi” sayılmalıdır. Gençlik, toplumun tabanına (üretim biçimine) doğru değil, gelecekteki yöneten zümreye doğru “hazırlanmaktadır.”
Her iki hareketin, içtimaî hayatı tanzim eden kadroyu yetiştirme ufku, gençlik üzerinde kendine insan kaynağı aradığından, bu durum, iki hareket arasında rekabet-çekişme oluşturmaktadır.
Benzerlikler konusunda daha çok şey sıralanabilir. Burada varmak istediğim şey benzerliklerin tamamını ortaya dökmek değildir. Kadro yetiştirme cehdi içinde “Dindarlaşma metodunu kullanan” bu iki İslâmcı hareketin de toplumsal dönüşümü sürdürülebilir kılamadığına işaret etmek istiyorum.
İki İslâmcı hareketin de “dindarlığın artırılması” eğilimlerini desteklediği hususunu kayda geçmeliyiz. Dindarlığın artırılması ahlâk-iman ehli Müslümanlığın artmasına yol açmamaktadır.
Her iki İslamcı akım da dindarlık eğitimi hakkında şu hakikatleri unutuyor: Hz. Âdem'in oğlundan biri kardeşini öldürdü, Hz. Nuh'un oğlu gemiye binmedi. Hz. Yusuf'un on kardeşi Yusuf'u öldürmek isterken dindardılar. Babaları onların dindarlıklarına inanıp, Yusuf'u kaybettiğine ağlıyordu.
Dindarlık eğitimi geçmişte işe yaramadı (peygamberler oğullarına bunu sağlayamadı) gelecekte de aynı nedenle işe yaramayacak. Çünkü iman, “beşerî öğretim” değil “ilahi hidayet” alanındadır ve insanı aşkındır. Bilgi, iman / emniyetle ilgilidir, kalbin anlamasıdır.
Dindar bir umran, sekülerleşmeyi de içinde barındırıyor.
Lütfi Bergen
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter