Genç insan, meslek edinme yaşının büyümesi, ekonomik zorluklarla mücadele kaygısı ve mevcut ailelerde yaşanan zihniyet değişimi nedeniyle aile kurma düşüncesini ertelemektedir.
“Âşık olarak evlenmek” ve “Evde iş bölümü düzeninin nasıl belirleneceği” gibi biri manevî hislere, diğeri reel hayata ilişkin iki önemli problemin çözüme kavuşturulamaması da nikâh bağının (akit/ahdleşme/yeminleşme) gerçekleşmesini engellemektedir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın evlilikleri, birbirlerine âşık iki gencin duygusal birlikteliği olmamıştır, düşüncesindeyim. Ne Âdem ve ne Havva, “çoktan seçmeli” bir modelle evlilik kararı almamıştı. Bu nedenle onların “âşk” sonucu değil “aşk ile” evlendikleri söylenebilir.
Âdem'den Havva yaratılmış, Havva için Âdem seçilmişti. Onlar “bahçe”ye yerleştirilmiş ve kendilerine "eğer yasağı çiğnerlerse meşakkatlerle karşılaşacakları, susuzluk, açlık, giysi, barınma gibi ihtiyaçlarının doğacağı" ihtar edilmişti.
Nitekim olan oldu. Cennetten bozkıra inmiş olduk.
Hz. Âdem ve Hz. Havva'ya ihtar edilen meşakkatlerin (temel ihtiyaçların) parasal kıymetini karşılayamamak günümüzde evliliklerin gerçekleşememesinin gerekçelerinden biridir. Toplum da gerçekte zarurî olmayan yapay ihtiyaçlar üreterek gençler üstünde düğün masrafları konusunda sosyal baskı uygulamaktadır.
“Evlilik hazırlığı” adı altında yürütülen tüm faaliyetler, hayata atılmaya çalışan gençlerin geleceğini ipotek altına alan bir “kamusal şölen” gibi tasavvur edilmektedir. Masraflarını genç insanların (veya ailelerinin) omuzlarına yükleten bu “gösteri-m”, hayatın fıtrî ihtiyaçlara münasip şekilde inşasını kitlemektedir.
Sözlenme masrafları, nişan merasimi masrafları, kına gecesi, nikâh harcı (belediye), düğün salonu, gelinlik, damat elbisesi, kuaför, takı, bohça, ev eşyası, kurban, şehir turu, balayı tatili derken gelin-damat tarafın harcadığı meblağ 70 ila150 bin Türk lirası etmektedir.
Kanaatimce ev eşyası dışında kalan masraf kalemleri minimalize edilmeli, düğün masraf kalemleri konusunda günün moda hayat pratikleri terk edilmeli ve “mehir fıkhı”na yoğunlaşmalıdır.
Kadınların “mehir hakları”, düğün dernek eğlencelerinde harcanıp yutulmaktadır.
Mehir, sadece evlenme akti gereği kadına Allah tarafından bağışlanmış bir rızıktır. Bir ücret, ev-içi işlerin mesai bedeli değildir. Fıkha göre mehir tayin edilmemiş evliliklerde dahi kadının mehr-i misil hakkı vardır.
Kadın evlilik ilişkisi neticesi, ailesinin himayesinden çıkıp kocasının ailesinin himayesine girmekte ve bu ilişkiyi de eşiyle sözleşerek (nikâh aktiyle) gerçekleştirmektedir. Diğer değişle erkek (koca), kadını aldatmayacağını, sözünün eri olduğunu, bu sözün ihlalinin bir cezaya tabi tutulacağını, verdiği mehirle göstermektedir.
Kadın, evlenmekle tüm duygularını ve bedenini ortaya koymaktadır. O halde erkek, insan nefsinin karşısında en zayıf kaldığı ve hatta neredeyse tapındığı maddeyi (altın ve gümüşü) kadınından daha aşağı gördüğünü verdiği “mehirle” kanıtlamalıdır.
Kanaatimce, Osmanlı toplumunda kadınların mehir hakkının karşılığı (ortalama olarak, yoksa bir üst sınır bulunmamaktadır) günümüzde 100-120 bin TL civarındaki bir daireye (gayrimenkule) tekabül etmektedir. Böylesi bir meblağı, yüksek ve abartılı görülerek itiraz edilme riskini gözeterek zikrediyorum.
Fakat “düğün” kavramının “tügün, bağ, bağ oluşturmak, düğüm, akit, evlenme akdi” anlamlarına geldiği düşünülmelidir. Günümüzde nişan-düğün harcamaları “bağ kurmayı” değil “dağıtmayı, saçmayı” esas almaktadır. Mehir meblağı, saçma-savurma kültüründen uzak kalma halinde temin edilebilecektir. Ayrıca bu meblağ, borçlanarak da karşılanabilecektir.
Mehr-i muaccel, acele verilmesi gereken mehir; mehr-i müeccel, veresiye, yani ödenmesi sonraya bırakılan mehir demektir. Osmanlı uygulamasında koca borçlandığı mehri ödemeden vefat edecek olsa terekeden önce dul eşin mehir hakkı ayrılıp kadına teslim edilirdi. Kalan tereke de nisaba göre paylaştırılırdı.
Nikâh aktiyle aile birliği kuran kadın, hiçbir şekilde çocukların nafakasından mesul tutulamazdı. Kadının nafakasının düzeyi, baba evindeki gündelik hayatına göre belirlenmekteydi. Örneğin baba evinde haftada kaç öğün et yemeği yenmekte, mutad masraflar hangi kalemlerde gerçekleşmekte, eğitim ve kültürel aidiyete münasip olarak yılda kaç elbise alınmakta, kaç kere seyahat edilmekte ise, koca evinde de bu hayat seviyesi muhafaza edilirdi.
Kadının bu hayat seviyesi aynı zamanda “mehr-i misil” dediğimiz meblağı da tayin eden bir ölçüdür.
Diğer değişle kadın-erkek evlilik sözleşmesinde mehir miktarını belirlememiş ve kocanın kusuru nedeniyle evlilik birliği bozulmuşsa, kadının evlenmekten doğan mehir alacağı, asgari ‘mehr-i misil' miktarı olarak kabul edilirdi. Anlaşılacağı üzere, evlenmek erkeğin kadına borçlanması anlamına gelmektedir.
Erkek, alın terinin, emeğinin bir kısmını sadece evlilik aktinden gelen bir borçlanmayla karısına devretmek zorundadır.
Bu fıkıhla, kadının “mehir” ve “nafaka” gibi iki konuda erkeğin emeğine ortak olduğunu görmekteyiz.
Nafakayı ödeyemeyen kocanın ailesi (babası-kardeşleri) kadının ve çocukların nafakasını karşılamaya da mecburdur. Çünkü bu kadın evlilik aktiyle kocanın “soyadı” yani “sülale adı” himayesine girmiştir.
Kocanın diğer görevi de kadına “şerefiyle yaşayacağı” evin tedarik edilmesidir. Nikâh fıkhına göre kadın eş, oturacağı evin mülkiyetinin bedelini ne emeğiyle ne de kendisine ait bir gelirle vermeye veya ortak olmaya mecbur tutulamaz.
Evi tedarik etmek kocanın borcunu oluşturur. Kadın, evlilik birliğinin devamı için maddi bir yükümlülüğe zorlanamadığı halde, mehir alacağının büyüklüğü nedeniyle evlenmekle bir ev sahibi konumuna yükselir.
Ancak kadın eş, mal ayrılığı rejimi nedeniyle kocasının mallarına veya evlilik sırasında edinilmiş mala ortak değildir.
Kadının nafakası asgari olarak baba evinde alıştığı düzeyde veya nikâh sözleşmesinde belirlendiği üzere karşılandığı müddetçe, erkek kendi emeğinin kazancına tek başına sahiptir. Kadının baba evinde yardımcısı, dadısı varsa, onları kocasıyla yaşadığı eve getirebilir; bu durumda onların masrafları da koca tarafından karşılanmalıdır.
Erkek (koca), fıkhın kendisine yüklediği bu zaruretler karşısında soyadını kadına verir. Kadın bunu taşımak zorundadır.
Osmanlı nikâh fıkhı pratiğinde evlilik akti, iki göz odaya girmek anlamı taşımamaktadır. Evlenen kadın ve erkek, “ev kurma”kla mahalleye-topluluğa girme hakkı elde etmekteydi.
Mahalleye girmek, mahallede ev açmak ise imtiyaz kabul edilirdi. Çünkü sadece evli erkek çarşıda/bedestende “dükkân açmak” yani çıraklıktan ve kalfalıktan terfi ederek “usta” sayılmak imtiyazına sahip olurdu.
Erkek ancak bu takdirde toplumda “herif” yani “hırfet ehli”, zanaatkâr, esnaf, tezgâh sahibi kabul edilebilirdi. Karısı da mahallede ev açmaya muktedir bir “tezgâh sahibi”nin menzili (ev idaresi) konusunda yetkili olurdu.
Ev (menzil), mahalli idarede söz sahibi olmanın aracıydı. Zira Osmanlı idarî sisteminde ev-haneler, beledî işlerde ve mahallî kamusal alanda mekânın belirleyicisi olmaktaydı.
Koca karısını sebepsiz yere boşarsa, kadına verilen mehri geri alamaz; mehir müeccel kararlaştırılmış ise (vadeliyse) borçlandığı meblağı artık ödemek zorunda kalırdı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi Osmanlı fıkıh pratiğinde mehir miktarı günümüz koşullarında 1+1 büyüklüğünde bir beyt/ev almaya yetecek kifayettedir. Boşanma sonrasında çocukların nafakası yine kocaya ve kocasının sülalesine ait bir borçtur.
Kadın ise boşandıktan sonra mehrini almış olarak yaşar ve ailesi tarafından himaye edilir (nafakası kendi sülalesince karşılanır).
Bu gerçekleşmez ve yoksulluğa düşerse, ailesine (baba ve kardeşlerine) dava açabilir. Kadın dilerse boşandıktan sonra yeniden evlenebilir. Yeni evlilik akti açısından da mehir hakkı saklıdır. Daha önceki evlilğinden veya mirastan dolayı edinmiş olduğu ev veya servetinin geliri kendisine aittir. Eşin (kocanın), karısının servetine güvenerek aile geçindirmeyi düşünmesi, teklif etmesi yiğitliğe-fütüvvete-er kişi olmaya aykırı sayılır.
İslâm toplumunda kimse, kimsesiz değildir.