Lütfi Bergen

Khwaja Gulam Sadık ve batının yargılanması

01.11.2017 05:22:16

Önceki yazımızda Khwaja Gulam Sadık'ın İslâm ile ‘doğal hukuk' arasında uyum bulduğuna işaret ettik ve İslâm'ın İngiliz Haklar Bildirisi'nin kaleme alınmasından hemen hemen bin yıl önce, bir İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ortaya koyduğu fikrini savunduğundan bahsettik. Khwaja Gulam Sadık'a göre “İslâm'ın insan haklarına bakışı, doğal hukukun bakışıyla uyuşur.” (Sadık, 2016: 169).

Yazara göre:

Temel insan haklarının bazıları Kur'an'ın metninde dile gelir. İslâm'da insan hakları konusu Kur'an metafiziğine dayanır. Kur'an gerçekliği manevî olarak kabul eder. Bundan dolayı dünyevî olan her şey, varlığın köklerinde kutsaldır. İslâm, bir bütün olarak düşünülen ve kurulan hayatın bölünmezliğine inanır. İslâm teokrasiyi teşvik etmez; rahipler hiyeraşisini kabul etmez. Bu din, kan akrabalığını veya soybirliğini insanların eşitlik, dayanışma ve özgürlüğü için temel dayanak olarak saymamaktadır. Eşitlik, dayanışma ve özgürlük Allah'ı tevhid etmenin zorunlu sonucudur. İslâm, devlet sistemiyle bu idealleri örgütlü bir şekilde gerçekleştirmeyi önceler. İslâm'ın devlet görüşünde doğal haklar veya temel insan hakları güvence altındadır. Gerçek bağlılık hükümdara değil Allah'a olduğundan pozitif haklarla doğal haklar birbiriyle uyumludur. Yazara göre temel haklar 1) Arzu edildiği halde hayali olan haklardan, 2) Devletin elindeki imkânlar bakımından gerçekleşmesi mümkün olmayan haklardan ayırt edilmelidir. Temel hakların gerçekten temel hak olup olmadığını anlamak için bazı kriterler gerekir. Gulam Sadık, bu kriteleri Maurice Cranston'un ölçütünden yararlanarak ileri sürer: a) Yapılabilirlik, b) Önemce üstünlük. Haklarla ödevler arasında büyük koşutluk vardır. Fizik olarak yapılamayacak olan bir şey insanın ödevi olamaz. Bu nedenle Kant, yapılması gerekenin yapılabilir olanı içerdiğini söylerken haklıdır. Örnek olarak enflasyonun sürekli yükseldiği dönemde hükümetten her işçiye üç ayda bir iki maaş tutarında ikramiye vermesini istemek hak değildir. Eğer hükümetin imkânları yoksa, halkın bu istemlerini yerine getiremez. Buna göre ekonomik haklar siyasal haklarla aynı şekilde ele alınamaz. Temel hakların diğer haklara göre belirli önceliği vardır. Acıyı ferahlatmak temel görevdir, ama haz ve refahı artırmak temel görev değildir. Suda boğulmakta olan birini kurtarmak temel görevdir, ama ona bir hediye almak görev değildir. Temel haklar adalete dayanır. Doğal haklar, onları kullanana o hakkın karşılığı bir ödev yükler. Bu da hakkın kullanılışına sınırlamalar getirir. Bu yüzden haklar mutlak değildir. Her devlet kendisinin yargıcıdır, kendi aleyhine savunma yapamaz. Haklar mutlak geri alınamaz ve devredilemez sayılırlar. Oysa hayat karmaşık bir fenomendir ve bireysel, grupsal, ulusal ve uluslararası düzeylerde yeni yeni durumlar karşısında daha önce bilincinde olmadığımız yükümlülüklerin farkına varırız. Hiçbir insan hakkı bildirisi değişmeyecek kadar tam olmayacaktır. O, ahlâksal bilincin gelişmesiyle ve belirli bir tarihsel andaki uygarlığın durumuyla elele değişecektir. Örneğin 1948'te ortaya çıkan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nde grup haklarından bahsedilmediği halde, 1966'da Genel Kurul, kişi yerine grup hakkını kabul etmiştir. Nobel ödülü kazanan Rene Cassin, 1974'te Lahey'de Akademi'de yaptığı konuşmada insan haklarının çevre kirliliğinden korunma hakkını kapsayacak şekilde genişletilmesini savunmuştur. Böylece deneyle yeni hak ve yükümlülüklerin farkına varıyoruz. Yasalar sosyal değişmenin gerisinde kalmaktadır. İnsanların hakları olan imkânlar, yasal yollarla sağlanmalıdır. İslâm hukukunda da değişme ilkesi uyuyakalmıştır. Hayat ise ileriye doğru hareket eder. Şimdiye uyum sağlamak için kimliğin ve tarihsel geçmişin çerçevesi içinde değişmeyi sağlamak bir mecburiyettir. Temel insan haklarının mutlak olmadığını kabul etmek, hakların ve ortaya çıkardığı ödevlerin gerçekleştirildiği sosyo-ekonomik koşulların incelenmesini kaçınılmaz kılar. Ödevler, hakların alanına, kapsam ve gerçekleşme derecesine iç sınır koyar. Sosyo-ekonomik koşullar, insan haklarının özgür kullanılmasını dıştan etkiler. Bir hakkın işlemesi için gerekli olan maddi şartlar değişirse, o hak işlemeye devam etmeli midir? Haklar mantığının bu noktaya bir şey deyip demediği araştırılmalıdır. (Sadık, Bugünkü İslâm'da İnsan Hakları, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri kitabı içinde, Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 2016: 171-178).

Gulam Sadık, Salahud Din adlı gazetecinin yaptığı araştırmada İslâm'da temel hakların ayetlerle temellendirildiğinden de bahseder. Bu incelemeye göre temel haklar şunlardır: 1) Yaşama Hakkı; 2) Mülkiyet Hakkı; 3) Kendine Saygı Hakkı; 4) Kişisel Dokunulmazlık Hakkı; 5) Kişisel Özgürlük Hakkı; 6) Sosyal Güvenlik Hakkı; 7) Zorbalığa Karşı Başkaldırma Hakkı; 8) İfade Özgürlüğü; 9) İnanç Özgürlüğü; 10) Muamele Görmede Eşitlik; 11) Haksızlığı Düzeltme, 12) Ekonomik Güvenlik; 13) Toplantı Düzenleme Özgürlüğü; 14) Siyasal Etkinliklere Katılma Özgürlüğü; 15) Bir Ülkeye Yerleşme Hakkı; 16) Emeğinin Karşılığını Alma Hakkı; 17) Tövbe ve Pişmanlık Hakkı (Sadık, 2016: 175-176).

Gulam Sadık'ın Salahud Din'den aktardığı bu ‘İslâmî' haklar kataloğunun spekülatif/kurgusal olduğu söylenebilir. Örneğin Muamele Görmede Eşitlik Hakkı'nda “Ve bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın.” (5 Maide 8) ayeti hakkın delili olarak ileri sürülmüştür. Ayet, tespit edilen hakla ilişkili değildir. Keza Emeğinin Karşılığını Almak Hakkı'ndan bahsedilmiştir. Oysa Kur'an'da “Hizmetim için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Âlemlerin Rabbine aittir.” (26 Şuara 180) ayeti bulunmakta ve dinî hizmet için bir ücret talep edilmemesi istenmektedir. Yaşama Hakkı kapsamında “Yokluk (fakirlik) sebebiyle çocuklarınızı öldürmeyin.” (6 Enam 151) ayeti delil gösterilmiştir. Oysa ayetin devamında “Haklı olmanız hariç kimseyi öldürmeyin.” beyanı, ‘haklı öldürme'ye (idam cezasına) kapı açmaktadır. Diğer taraftan Tövbe ve Pişmanlık durumunun bir hak olarak listeye dahil edilmesi abes sayılmalıdır. Çünkü tövbe, insan – insan ilişkilerine konu edilemeyecek derecede vicdanîdir.

Müslüman düşünürler insan hakları teorisinin ‘İslâmî'liğini savundukça inançlarını beşerî hak teorisine bağımlı kılmakta, İslâm'ı yargılanan din durumuna düşürmektedir. Bu teoriyi Batı'nın yargılanması için kullanmamız gerekir.

YORUM YAP