Türk tarihini Hz. Nuh'a bağlayarak anlamlandırma çabamıza eleştiriler gelmektedir.
Eleştirilerin hemen tamamı farklı ideolojilere bağlı kesimlerden ama birbirine benzer argümanlarla yapılmaktadır: “Hz. Nuh figürü üzerinden Türk tarihini anlamlandırma çabasını İslâm vahyinde de Türk kaynaklarında da delillendirecek tevilsiz belge/bilgi bulunmamaktadır.”
Birinci Cevap: Türkiye'de gerek İslâmcı ve gerek Türkçü ideolojilere bağlı olarak fikir üreten aydınların genel olarak insanlık tarihini ve özelde de Türk tarihini izah eden “delile dayalı” bir açıklama modeli bulunmadığı söylenebilecektir.
Bazı mütefekkirler insanlığı Hz. Âdem ve Havva'ya bağlasalar dahi son tahlilde bu atanın “tek Âdem ve tek Havva” olmadığını, insanlığın başlangıcında onlarca, yüzlerce Âdem-Havva bulunduğunu kabul etmekte ve hatta İbn Arabi'nin “Allah yüz bin âdem yaratmıştır” dediğini nakletmektedir. İslâmcılık akımı içinde yer alan bu düşünürlere göre Âdem'in ilk beşerî varlık olduğunu savunan geleneksel düşünürler büyük ölçüde İsrailiyatın ve Tevrat'ın etkisinde kalmıştır. Oysa Kadı Abdülcebbar, Cahız, İsfahanî, İbn Tufeyl, İbn Müskeveyh, Mevlâna gibi düşünürlerin savunduğu fikir evrimsel bir yaratılış anlayışıdır. Evrimsel yaratılış anlayışını çağımızda ise Garaudy, İzzetbegoviç, İkbal, Şeriati, Mutahhari savunmaktadır. Bu yaklaşımı sürdüren yazara göre Kur'an temelde Allah'ın yaratıcılığından bahsetse bile tekâmül karşıtı bir anlayış da vaz etmez. Bahsi geçen yazara göre, Kur'an Allah'ın “yok”tan yaratmasından ve “ol deyince olmak”tan söz etmesine rağmen bu yaratılışın bir süreç ve yasalar çerçevesinde gerçekleşmediği söylenemeyecektir. Müellife göre “yoktan yaratılma”, kesinlikle “yaratılışın öncesinde bir hiçlik bulunduğu” anlamına gelmemektedir. Allah her daim yaratıcı olduğuna göre, bu yaratıcılığını farklı biçimde sürdürüyor da olmalıdır. Bu konuda Cabir bin Hayyan'ın “canlıların ilahi yasalara bağlı olarak kendiliğinden oluştuğunu savunduğundan bahseder.
Anlaşılacağı üzere Hz. Âdem'in evrim yoluyla yaratılmadığını savunmak kimi İslâmcılar tarafından İsrailiyat sayılmakta ve “Tevrat kökenli bir kabul” olarak itham edilmektedir. Ancak bu zevat, “yaratıcı evrim” kapsamında düşünce ürettiği halde kendilerine düşüncelerinin deliline dair bir sorgulama yapılamamaktadır.
Benzeri bir örnek olarak Ziya Gökalp'in Türk tarihinin kökeninde Şamanizm bulunduğuna dair yargısının eleştirilmediği hususu gösterilebilecektir. Ziya Gökalp bir taraftan “Şamanizm daha evvel maderi (anaerkil) totemizm devrinde bir din idi” der; diğer taraftan Türkleri Türkçe konuşan Toyonistler olarak tanımlar:
“(Şamanizm) Toyonizmden sonra sihir mahiyetine girdi. Bu sebeple sonraları Şamanizm, eski Türklerin dini değil sihrî (büyüsel) sistemi oldu. Avrupalılar, Türklerin bütün dini sistemlerine Şamanizm demekle hataya düşmüşlerdir. Tarih sahnesine çıktıktan sonra eski Türk dinine Toyonizm yahut nom demek lâzım gelir (…) Eski Türklerde millet nokta-i nazarından dört zümreye ayrılır: Türk, Tat, Tatar, Tavgaç. Türk, hem Türkçe konuşan hem de Toyonizm dininden olan milletlerdi” (Gökalp, 2015: 43-44).
Ziya Gökalp'in Şamanizm ile Toyonizm arasındaki farkı da şöyle izah ettiğini görüyoruz:
“Eski Türk dini sağı kut kutlu tanırdı; Şamanizm ise solu kutlu tanırdı. Din sağda oturan erkeğe kıymet verirdi. Şamanizm solda oturan kadına kıymet verirdi. Şamanın bir tabib gibi müşterileri vardır. Din reisinin ise mü'minleri vardır. Eski Türklerde dine Toyonizm, din reislerine toyon denirdi. Toyonlar dini reisler oldukları gibi siyasi reis idiler. Şamanların ferdi mabudları ve totemleri kadındır. Toyonların ilahlaşmış ataları ile potlaç ile ferdileşmiş olan totemleri ve ervah-ı hâmiyesi (koruyucu ruhları) erkektir. Toyonizm bir taraftan muntazam siyasi teşkilata bağlıdır, diğer yandan lâhuttaki (manevî âlemdeki) ilahlar teşkilatına merbuttur” (Gökalp, 2015: 124-125).
Gökalp, Toyonizm ile Oğuzlar arasında da bağ kurar ve “kam”ların İslâmiyetten sonra Oğuz İli'nde “ozan” unvanı altında varlığını sürdürdüğünü, Oğuz'un yirmi dört beyi ile il beyi'nin toyon olduğununu kabul ettiği görülmektedir (Gökalp, 2015: 125).
Gökalp'e göre eski dinlerde sihir yasaklanmamış ve muhterem olduğu için Toyonizm akliyye (akılcılık) felsefesini ve Şamanizm şeriyye (şeriat) felsefesini vücuda getirmiştir. İslâmiyetten sonra ise akliyyundan mütekellim (kelam bilgini) ve fakih (fıkıh, İslâm hukuku bilgini) tipi doğdu. Sihrin yaygın teşkilatına ve kuvvetine istinat eden dervişlerden ise Horasan erleri, Haydarîler, Hasan Abdallılar zuhur etti (Gökalp, 2015: 128).
Ziya Gökalp'in toyonları akliyye ile eşleştirmesi mantıklı ise de şamanları şeriyye ile eşleştirip ardından bu tipi Horasan erlerine bağlaması çelişkilidir.
Diğer taraftan yine Ziya Gökalp kitabının Oğuz Han Menkıbesi bölümünde “Türklerin ilk ceddi Türk Han yahut Ebülce Han'dır” diyerek bir şecere vermekte ilk Türk dininin Böğü Han tarafından tesis edildiğini, Alınca Han tahta çıkınca itikatların bozulduğunu, onun Moğol ve Tatar Han adıyla iki oğlu olduğunu, Moğol Han'ın dört oğlundan Kara Han'ın oğlunun Oğuz olduğunu nakleder. Oğuz Han doğunca annesinin sütünü emmediğini ve hak dine çağırdığını, bir yaşına gelince konuşarak “Benim adımı Oğuz koyun” dediğini, yetişip büyüyünce babası Kara Han ile din savaşı yaptığını ve Kara Han'ın nereden geldiği bilinmeyen bir okla öldürülmesi üzerine babasının tahtına çıktığı da ifade edilir (Gökalp, 2015: 105).
Görüldüğü üzere Türkçü düşüncenin en temel metinlerini kaleme alan Ziya Gökalp, Oğuz Kağan destanını Reşideddin nüshasına yakın bir anlatıyla nakletmekte olduğu halde destanın “Türk'ün atası kimdir?” sorusuna cevap olabilecek kısımlarını aktarmamıştır. Türklüğü muhayyel bir zamana çeken bu tarih felsefesinin İslâm dini karşısında ikili inanç sistemi kurduğu da söylenebilecektir. Diğer taraftan Oğuz'un Kara Han'ı din namına öldürdüğü hususu da Ziya Gökalp'in anlatısında yer almamış ve Kara Han'ı öldüreni “meçhul fail” olarak göstermiştir.
Türkçü müellifler, bizim Reşideddin'in Oğuz Destanı ve Kaşgarlı Mahmud'un DLT adlı eserlerinden hareketle Hz. Nuh'a (as) bağladığımız Türklüğü kabul edilmez bulurken Ziya Gökalp'in tarih anlatısını ve eski Türklerin önce Şamanist sonra Toyonist olduğu iddiasını “delile dayanmıyor” nazarıyla ele almamakla çelişkili bir hat inşa etmektedir.
İkinci Cevap: İddiamızı şöyle ifade ettik: “Türk, Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in oğlunun zürriyetidir. Bu nedenle Türkler hanif din sahibi olarak Hz. Nuh'un gemisinin indiği yerde ve tarihte tarihe çıktılar. Bu zürriyetin içinden kimi boylar ve soylar zaman içinde Budist, Hıristiyan, Musevî, Zerdüşt dinine geçmiş olabilir.”
Kutadgu Bilig'i yazan Yusuf Has Hacip (ö. 1070) ile Divan-ı Lügati-t Türk'ü yazan Kaşgarlı Mahmud (ö. 1105) arasında ölüm tarihi bakımından 35 sene bulunmaktadır. İki müellif birbirine çağdaştır. Kaşgarlı Mahmud'a göre Türk, bir anlamıyla Hz. Nuh'un oğullarından Yafes'in zürriyetine Allah'ın verdiği addır. Diğer anlamıyla Hz. Nuh'un torununun şahsî ismidir.
Diğer taraftan Oğuz Kağan Destanı'nın Reşideddin nüshasında Oğuz, kendisini Hz. Nuh'a bağlamaktadır. Reşideddin (ö. 1318), Kaşgarlı Mahmud'dan yaklaşık iki yüz yıl sonra vefat etmiştir.
Reşideddin Oğuznâmesi'nde Oğuz'un Hz. İsa gibi üç günlük bebekken konuştuğu, Hz. Davud (as) gibi dağlarla zikir ettiği ve Hz. İbrahim gibi putperest babası ile savaştığı görülmektedir. Dolayısıyla Oğuz, kabülümce bir peygamberdir ve Töre'nin kaynağı vahiy-nübüvvettir.
Gökalp, Oğuz Kağan destanına referans verdiği halde destandaki şecereyi eksik nakletmiş veya elindeki nüshadaki bilgi bu şekilde rivayet edilmiştir. İkinci ihtimal dahilinde Ziya Gökalp'in Türk'ün ilk atasının “Türk Han yahut Ebülce Han” olduğunu ifade ettikten sonra “peki onun atası kimdi?” sorusunu sormaması dikkati caliptir.
Sait Başer'in Töre konusunda Kutadgu Bilig'e dayanması Hz. Nuh ile Yusuf Has Hacip (ö. 1070) arasındaki toplumların Töre'yi nasıl oluşturduğu sorusunu cevaplamaya kifayet etmemektedir. Başer'in TÖRE'nin “gönlü pişmiş ve ök kazanmış bilge, Töre koymak noktasına gelmiş ulu kişi” (Başer, 2011: 163) tarafından konulduğu iddiasının da kesin bilgi olmadığı söylenebilecektir.
Töre'nin ilahi düzen-tanrısal nizam ve din olduğunu ifade eden bir düşünce, bu yargıyı peygambere bağlamalıdır. Aksi durumda Türklere peygamber gelmediği yargısından hareket etmiş olmaktadır. Böylece törenin kaynağı kaçınılmaz olarak beylere/bilgelere açılmaktadır. Oysa en azından Türkçü metinlerin kimisinde Zülkarneyn'den hareketle “Türk Peygamberi” tasavvuru dahi bulunmaktadır. Hz. Nuh'tan sonra gelen Oğuz, peygamber değilse bile bebekken konuşması, dağlarla zikretmesi onu adeta Lokman Hekim gibi bir figüre dönüştürmektedir.
Hukukun kaynağı dindir. Bütün semavi dinlerde zina, hırsızlık, adam öldürme, komşuya kötülük, yalan yere yemin, kamu malına hıyanet, yoksulu iteleme, haksız yere kişileri topraklarından sürmek şiddetle cezalandırılmıştır. Anlaşılacağı üzere hukuk kaideleri toplumun kültürüne veya beylerin norm koyuculuğuna değil dinin yasalarının toplumlar tarafından kabul edilmişliğine yaslanır. Bütün dünyada norm düzenleri temel olarak doğal hukuk teorisinden hareketle dinlerin “ideal ahlâk değerleri”ni yasalaştırmış, akrabalık sistemlerini peygamberlerden beri gelen akrabalık yasalarına bağlanarak hukuk sisteminin temeline yerleştirmiştir.
Geçmişe dönersek; Hz. Nuh tufan görmüş bir toplulukla karaya inmiştir. Dolayısıyla Nuh'un ahlâk yasalarının (TÖRE'nin) sonraki toplumlarda norm düzeni kurması (yasalar oluşturması) kaçınılmazdır.
Hz. Nuh, Reşideddin Oğuznâmesi'ne göre yeryüzünü üç oğluna tımar vermiştir.
Böylece gemide var olduğu rivayet edilen 80 kadar kişi, bu üç mülk sahibinin (Ham, Sam, Yafes) etrafında örgütlenmiştir. Bu üç oğul, kendi tımar arazilerine “BEY-HAKAN” olarak gitmişlerdir. 80 kadar kişinin bu üç MELİK'ten birine kurbiyet kurduğu ve onun toplumuna dahil olarak bir seçim yaptığı da söylenebilecektir. Hz. Nuh (as) yeryüzünü tımar olarak oğullarına dağıttıktan bir süre sonra vefat etmiştir.
Hz. Peygamber'in vefatı sonrası ehl-i hal ve'l akd haline gelen “bilge zümre” gibi, Hz. Nuh'un ölümünden sonra da oğulları Müçtehit-Hakan figürler olmuştur. Bu durum, her üç oğulun (Hakan'ın) da kendi çevresinde aynı şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Sam'ın evlatlarının soyundan gelen İsrailoğulları sıklıkla Allah'tan bazen Kral-Peygamber bazen sadece Kral istemiş ve Allah o kavme Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı Peygamber-Kral ve Talut'u Kral göndermiştir. İsrailoğulları için makul olan bu toplumsal talebin Türkler için olmaması imkansızdır.
Sait Başer'in Türklere ait Töreyi içlerindeki “Kut bilgisi kazanma” metodunu öğrenmiş kişilere atfetmesi Maturîdîlik kapsamında da imkân dışıdır. Zira, Matürîdilikte peygambersiz din öğrenilebilir. Din, Allah'ı tevhid etmektir. TÖRE için ise peygamber gereklidir. Nitekim Hz. İbrahim, hüküm (töre) inmeden İslâm olmuştur. Ancak dinin ahkâmını vahiyle öğrenmiştir. Tek Tanrıcılık İmam-ı Azam'a göre akılla bulunabilir. Ancak ahkâm bulunamaz. Namazın nasıl kılınacağı, domuz etinin haram olup olmadığı gibi ahkâmı öğrenmek için peygamber şarttır. Nitekim Türkler domuz yememiştir.
Sait Başer, Türklerin dini tarihini Hz. Nuh'a bağlayan teoriyi dile getirmekle Türkçü düşüncede bir saha açmıştır. Aynı zamanda Türklerin tek tanrıcılığının da tevhid dini olduğunu kabul ve iddia etmiştir. Dolayısıyla onun tezi Türkçü düşünce açısından büyük bir merhale ve hizmettir. Diğer taraftan onun teziyle bizim tezimiz arasındaki yakınlık onun teziyle bütün Türkçülerin tezi arasındaki yakınlıktan çok daha yakındır.
Sait Başer'in tezi ile aramızdaki iki fark şudur:
1) Kut'un kişi tarafından kazanılabilir olup olmadığı. Bu hususta Kut, kişi tarafından kazanılamaz görüşünü beyan etmekteyiz. Kur'an, “hikmet” kavramıyla ilgili bütün ayetlerinde hikmet'in Allah tarafından belli kişilere indirildiğini, hatta çocukken dahi bazı peygamberlere hikmet verildiğini beyan etmektedir. Nitekim Reşideddin Oğuznâmesi'nde Hz. Oğuz'a çocukken hikmet verilmiştir.
2) Eski Türklerde Töre, Nuh'un getirdiği ahkâmdır. Bu ahkâma uyarak peygamber sonrasında ortaya çıkan müçtehit-reisler içtihatla norm koyar. Bu konu Farabi'de de reisin reislik niteliği olarak bir şarttır.
- Gökalp Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, Ötüken yayınları, 2015