Yüz – yüz elli yıl önce Müslümanlar “kanun-i esasi”, “meşveret”, “meşrutiyet” kavramlarıyla düşünmekteydiler. İslâmcıların “Kur'an'ın bazı ahkâmını beyandan başka bir şey olmayan Kanun-i Esasi”den bahsettiklerine işaret eden İsmail Kara'nın şu değerlendirmesi yerindedir: “Bu konudaki metinler nerede ise bütünüyle Kanun-i Esasi'nin şer'îliğine tahsis edilmiş gibidir (…) İslâmcıların bütün gruplarının, niçin Kanun-i Esasi ile şeriat arasında bu ölçüde sunî ve zorlama bağlar kurmaya kendilerini mecbur hissettikleri sorusu akla gelmektedir” (İsmail Kara, İslâmcıların Siyasi Görüşleri, İz Yayınları, 1994: 182-183).
Müslümanlar Batılı kavramlara İslâm'dan bir delil ve dayanak bulma kaygısıyla tefekkür ediyor. Şimdiki zamandan geçmişimize baktığımızda dile getirdiğimiz kavramların Hz. Peygamber (asv) sonrasında muadilini bulamayacağımızı artık kabul etmeliyiz.
Dört Halife'nin seçilme biçiminin 19. yüzyıl ve sonrasının siyaset teorileriyle bağdaştırılması mümkün görünmemektedir.
Hz. Ebu Bekir'in (ra) halife seçilmesini hatırlayalım:
Ensar, Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra kendi aralarından birinin halife seçilmesi için Ben-i Saîde oğullarının gölgeliğinde (Sakîfe) toplandı. Toplantıyı haber alan muhacirlerden Ebu Ubeyde b. Cerrah, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir (ra.e), Sakîfe'ye gittiler. Ensar'ın konuşmalarını dinleyen Hz. Ebu Bekir, “Arapların eskiden beri Medineli birisine itaat etmediklerini, Arapların ancak Kureyşli birini dinleyeceklerini, Hz. Peygamber döneminde Kureyş'in lider, Ensar'ın da ona vezir ve yardımcı olduğunu” anlattı. Ensar'dan Hubab b. Münzir'in “Bir Muhacirlerden, bir de Ensar'dan iki lider seçilmesi” teklifi kabul edilmedi. Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde, Hz. Ebu Bekir'e beyat etti. Ensar'dan Evs Kabilesi de, yönetimin nüfus olarak fazla olan Hazreç kabilesine geçmesinden endişe ettiğinden Hz. Ebubekir'in halifeliğini kabul etti. Hazreçli Sâd b. Ubade'nin taraftarları azınlık kaldıklarından Hz. Ebu Bekir'in hilafetini onayladılar. Ertesi gün mescitte Hz. Ali ve Sâd b. Ubâde dışında, herkesin katılımı ile yapılan bey'atta Hz. Ebu Bekir halife seçilmiş oldu (Mehmet Azimli, Hulefa-i Raşidin Dönemi Halife Seçimleri, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII, sayı: 1, 2007: 36-37). Mehmet Azimli, “Sakîfe toplantısı tam bir serbest siyasal kongre niteliğinde idi” (2007: 39) der. Ancak bu “serbest siyasal kongre”nin genel ve eşit oyla belirlenmiş demokratik cumhuriyet anlamı taşımadığı ortadadır.
Ansiklopedi'nin Ehlü'l-Hal Ve'l-Akd maddesindeki izah şöyledir: “Devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili olan heyet anlamında İslâm hukuku terimi. Arapça'da hall “düğümü çözmek”, akd “bağlamak, düğümlemek” anlamına gelir. Ehlü'l-hal ve'l-akd teriminin ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren “ehlü'ş-şûrâ, ülü'l-emr, ehlü'l-ilm”, daha sonraki devirlerde de “ehlü'l-ictihâd” gibi birbirine yakın anlamlar taşıyan tabirlerin devlet yönetimiyle ilgili birer kavram olarak kullanılmaya başlandığı, ehlü'l-ictihâd ve ehlü'l-hal ve'l-akd terkiplerinin ise Şîa ile Ehl-i sünnet arasında imâmet, halifenin iş başına getiriliş usulü ve meşruiyeti konularının tartışılmasıyla birlikte literatüre girdiği söylenebilir” (Abdülhamîd İsmâil el-Ensârî, Ehlü'l-Hal Ve'l-Akd, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 10, 1994: 539).
Abdülhamîd İsmâil el-Ensârî, Ehlü'l-hal ve'l-akd grubuna giren kimselerde ne gibi özelliklerin aranacağı hususuna da değinir: “Mâverdî ile çağdaşı Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, ehlü'l-hal ve'l-akdde ilim, adalet, re'y ve tedbir olmak üzere üç niteliğin aranmasını gerekli görürler. Onlara göre buradaki ilimden maksat içtihad derecesindeki bir fıkıh ilmi değil devlet başkanlığına lâyık olanı tesbite yarayan bilgidir (…) Çağdaş İslâm âlimlerinden Ramazan el-Bûtî de ehlü'l-hal ve'l-akd grubuna girmek için içtihad derecesinde bir ilmin gerektiğini savunur (…) Muhammed Abduh'a göre halifeyi seçme hak ve yetkisine sahip olanlar idareciler, âlimler, kumandanlar, çeşitli sosyal birimlerin başkanları, cemiyet ve şirket müdürleri, parti liderleri, yazarlar ve doktorlar gibi halkın kendilerine güvendiği, işlerinin görülmesi için başvurduğu kimselerdir” (Ensârî, 1994: 540).
Bu ifadeler Hz. Ebu Bekir'in halef tayini tatbikatıyla uyuşmamaktadır. Çünkü Hz. Ömer (ra), Halife Hz. Ebubekir'in (ra) “istihlaf etmesi” (yani halife tayin etmesi) neticesi Müslümanların işlerinin yöneticisi kılınmıştır. Nihayette iki halifenin seçim usulünde de bey'at, “ehlü'l hal ve'l akd” sayılan zümrenin halifeyi seçmesi halkın bu seçimi onaylaması şeklinde gerçekleşmiştir.
Gannuşi'ye dönersek, O'nun temel aldığı kavramların modernist olduğu ortadadır:
“Böylece mutlak seçim üzerine kurulan İslâmî toplum, bu açıdan uygarlaşma ve sivil topluma daha yakındır; çünkü bu topluma aidiyet, korku ya da içgüdü kavramlarından hiçbiri üzerine kurulu değildir (…) Demokrasi yani seçim fikri –kanunu ve liderleri seçenin toplum olduğu göz önüne alındığında- İslâm fikriyle tam olarak örtüşmektedir. İslâm toplumu çoğulcu bir toplumdur, bu toplumda din, aklı, bireyi ve toplumun seçim hürriyetini tekeline almaz” (Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana Yayınları, 2010: 100-101).
“İslâm ve demokrasi bu noktada buluşuyor (…) Bu, eski bir buluşmadır. Sonra Batı'nın getirdiği ve büyük bir kazanç olan uygulamalar gelmektedir. Bu uygulamalar, bir ilke ve değer olarak şurayı, ümmetin iradesini ve yöneticiler üzerindeki hâkimiyetini ifade edecek bir sisteme dönüştürür (…) O halde biz modernizmi, akıl için mantıklı hürriyet, bilim, sanayi ve hatta demokrasi ve halk egemenliği oluşuyla istiyoruz. Ama onun Fransa, Amerika ve Rusya kapısından değil, bizim kapımızdan girmesini talep ediyoruz. Modern dünyaya kendi kapımızdan girmek hakkımız değil mi? (…) Asıl çatışma, modernizmle geçmişe takılıp kalma arasında değil, köklü İslâmî modernizmle bayağı ve bağımlı, hatta şekli ve sözde Batı modernizmi arasındadır (Gannuşi, 2010: 179-180).
Göçebe oldukları söylenen Türkmenler Roma hukukunun cari olduğu Anadolu'ya adalet-hukuk fikriyle geldiler. Ne oldu da Bizans tebaası kendi üstün hukuk normlarını terk edip Türkmen'in adaletine boyun eğdi? Türkmenlerin adalet tasavvurunda diyar- Rum'u ikna eden bir değer olmalıydı.