Lütfi Bergen

Fütüvvet şehri

03.10.2016 03:31:40

Ahmet Arslan'a göre İbn Haldun “hadaret” kavramına varmak için “Umran” kavramına başvurmuştur. Umran, m-r fiilinden gelen bir masdardır. “Bir yerde oturmak, yaşamak; bir bina inşa etmek, insanlar ve hayvanlarla meskûn olmak, iyi durumda tutulmak, işlemek” anlamlarına gelir (Ahmet Arslan, İbn Haldun, Vadi yayınları, 1997: 90). Umran, insanların birlikte olmak ve ihtiyaçlarını gidermek amacıyla bir arada ikamet etmelerinden oluşmaktadır ve Umranın bedevî olanı da hadarî olanı da bulunmaktadır.

Arslan'a göre bu kavramın ma'mur anlamı varsa da İbn Haldun bu kelimeyi insanın toplum halinde örgütlenmesinden ve yaşamasından doğan bazı temel olayları ve kurumları içine alacak şekilde telaffuz etmiştir (Arslan, 1997: 92).

Bu çerçevede umranın tabiatını “vahşilik, ehlilik, çeşitli asabiyeler, insanların bazılarının diğerleri üzerindeki egemenlik biçimleri, bu egemenliklerden doğan mülk, hanedanlar, insanların hayatlarını kazanmaları ve sürdürmeleri için gerçekleştirdikleri kazanç yolları, ilimler, sanatlar, gruplar” çerçevesinde ele almıştır (Arslan, 1997: 93). Ahmet Arslan, Umran kavramının İbn Haldun'da özel bir mana taşıdığına işaret etmekte ve Batı dillerine çevirilerde hatalı sonuçlara varıldığını söylemektedir.

Arslan'ın cümleleriyle karışıklık şöyle izah edilebilir: “İnsanın toplumsal hayatını, toplumsal örgütlenmesini ve bunlardan çıkan her türlü olay, faaliyet ve başarılarını ifade etmek için kullandığı bu umrân terimini, İbn Haldun'un örgütlenmenin belli başlı temel iki aşaması olarak gördüğü, esas itibariyle ‘kırsal hayat' ve ‘şehirsel hayat' olarak karşılayabileceğimiz iki tarzını ifade etmek için de ‘bedevî umran', ‘hazerî umran' (al- ‘umran al badavî, al- umran al hazarî) terimlerini kullanması söz konusudur. Umran terimini, ‘uygarlık' olarak karşılamak, bu ikinci, yani ‘bedevî umran' terimi kullanıldığında (…) yeterli olmamakta, hatta İbn Haldun düşüncesini yanlış yansıtmak tehlikesini göstermektedir” (Arslan, 1997: 95- 96).

Ahmet Arslan, İbn Haldun'a ait ‘Umran badavî'- ‘Umran hazarî' kavramlarını ‘kırsal uygarlık'- ‘şehir uygarlığı' olarak ele almaktadır. İlkel toplulukların “kültür”lerinden bahsedildiğinde genel manada Umran teriminin kullanıldığına işaret etmektedir.  Diğer yandan ‘kültür' ve ‘şehir umran'ından bahsedildiğinde ise ‘uygarlık'ın kastedildiğini düşünmektedir.

Gerçekten İbn Haldun'un Mukaddime'sinde ‘Umran' konusunda farklı anlamlara gelecek ifadeler göze çarpmaktadır. Örneğin “İş ve sanatlar (a'mal- sanâi'- labor- grafts) da umranca gelişmiş ve ilerlemiş şehirlerde bulunur” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 2, 1991: 848); “Umranı geniş ve ileri olan bir şehirde refah çok olur” (İbn Haldun, 1991: 853) veya “Umran itibariyle mükemmel olan, yörelerinde müteaddit milletler yaşayan ve nüfusu çoğalan bölgeler ahalisinin ahvali genişler. Malları ve şehirleri çoğalır, devletleri ve memleketleri büyür” (İbn Haldun, 1991: 855) gibi yargılarında İbn Haldun ‘Umran hazarî'nin günümüzde anlaşılmakta bulunan tanımını bozmaktadır.

İbn Haldun “umranca gelişmiş” gibi kavramlar kullanarak umranlar arasında gelişmişlik olabileceğini de vurgulamış görünüyor. Oysa günümüz toplumlarında “uygarlık” bir gelişmişlik seviyesi olarak tek konumu ifade eder. İbn Haldun'un yaklaşımında ‘Umran hazarî'yi sadece ‘şehir uygarlığı' şeklinde anlamak da mümkün görünmemekte, tersine “şehrin umranı”ndan da bahsedildiği anlaşılmaktadır. Buna karşılık “kır uygarlığı” ve  “kırın umranı”ndan da bahsedilebilecektir. İbn Haldun, Umran bahsinde organizasyonun mükemmelliğini ön plana çıkarmış gibidir.

Diğer taraftan İbn Haldun ziraat ve bahçeciliği bedevîlik görmektedir: “Bazı kavimler (ve toplumlar) ziraat ve bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar. Diğer bazıları koyun, keçi, sığır, arı ve ipekböceği gibi hayvanlara ve canlılara bakma işini meslek edinmişlerdir (…) Çiftçilik ve hayvancılık işi ile uğraşan sözkonusu toplumları, zaruret bedevîliğe, sevk etmektedir” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 1, 2007: 323).

Her hal ve şartta “umran” bir organizasyon-devlet teorisidir; halk teorisi değildir.

İmdi, Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlar Arap Yarımadası'nın en gelişmiş kenti Mekke'den tarımla uğraşılan Yesrib'e hicret etti. Muhacirler Mekke'de iken Bizans kentlerine gidip gelen kervanlarıyla Arapların ihtiyacı olan malları tedarik ederlerdi. Haram Aylarda satışa sunulan mallarla Arap kabilelerini Mekke'ye çekmekte ve dini, ticari hayatın belirleyeni görmektelerdi. Kureyş, şeceresini Hz. İsmail (as)'e bağlayan boylar ile Mekke'ye gelen hacılara hizmet eden boylardan oluşan büyük bir kabiledir. Bu kabilenin boyları şunlardır: Haşim, Ümeyye, Nevfel, Zühre, Mahzum, Esed, Cumah, Sehm, Teym, Benî Adîy. Hz. Peygamber (asv)'in dördüncü dedesinin adı Kusay idi. Hz. Peygamber (asv) Haşimoğulları'na mensup iken Hz. Osman, Ebu Süfyan, Muaviye, Yezid Ümeyyeoğulları'na mensuptur. Hacılara su hizmeti verenler Ümeyyeoğulları'dır. Hz. Ebubekir Teymoğulları'na, Hz. Ömer Benî Adîy'e mensuptu.

Ebu Cehil (Allah'ın gazabı üzerine olsun) Hz. Peygamber (asv) sofra açıp Kureyş'i talip olmaya çağırınca reddinin gerekçesini Muğire bin Şube'ye izah etmiştir. Muhammed Yusuf Kandehlevi'nin “Hayatu's-Sahabe” adlı eserinde yer alan bir rivayette şu anlatılmıştır: “Allah'a yemin ederim, ben onun söylediklerinin hak olduğunu biliyorum. Fakat ona tâbi olmaktan beni meneden birşey vardır: Kusayoğulları ‘Hicâb (Kâbe'nin anahtarları) bizdedir' dediler. Biz onlara ‘peki' dedik. Sonra ‘Sikaye (hacılara su hizmeti) bizim hakkımızdır' dediler. Biz ‘peki' dedik. Sonra ‘Nedve (Kusay'ın inşa ettiği Şura Meclisi Binası) bizimdir' dediler. Biz ona da ‘peki' dedik. Sonra ‘Liva (harp sancağı, bunu Kusay taşımaktaydı) bizimdir' dediler. Biz buna da ‘peki' dedik. Sonra gelen hacılara yemek yedirdiler. Fakat biz de yedirdik. Nerdeyse bu haslet konusunda eşit derecede idik. Sonra dediler ki: ‘Bizden bir peygamber geldi'. İşte vallahi ben bunu kabul etmem.”

Hz. Peygamber (asv), soy asabiyetine dayanmayacağı bir “fütüvvet şehri” inşa etmek istedi. Mekke, hem ‘şehir uygarlığı' anlamıyla ve hem de “şehrin umranı” anlamında ‘Umran hazarî' idi. Hz. Peygamber (asv) İKİ UMRAN'dan [“hazari umran”, “bedevî umran”] çıktı.

Niçin Medine'yi ve “talip asabiyeti”ni tercih edip “Umrandan Fütüvvet Şehri'ne” geldi?

Lütfi Bergen

[email protected]

lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter

 

YORUM YAP