Lütfi Bergen

Feminizm Neo-Liberal küreselleşmeyi meşrulaştırıyor

22.07.2018 23:44:34

Batı'da endüstri devrimi öncesinde kadınlar erkeklerle (kocaları, babaları ve kardeşleriyle) aynı işlikte çalışmaktaydı. Kadın emeği bu dönemde bahçe-bostan işleri, dokuma, haneye ait mandıranın işletilmesi, hayvanların bakımı, sağılması, çocukların gözetimi gibi faaliyetlerde görülmekteydi. Erkek emeği ise kuyu ve su kanalı açmayı, odun tedarik etmeyi, tarla sürmeyi/biçmeyi, harman kaldırmayı, evin tamirat işlerini, üretim sahasının çitlemesini içeren bir dizi iştigalde belirmekteydi. Kadın ve erkeğin (bunlar toprak sahibinin kiracısıydı) emekleri aynı hanenin kazancını tedarik eden birbiriyle uyumlu ve fıtrata uygun bir iş bölümüne uğramıştı. Toprak kiracısının feodal bey karşısındaki durumu “romantik bir bağlılık” arz ediyordu. Kiracılar “bey” karşısında “uyruk” konumunda bulunur; toprak “meta”laşmaya uğramazdı.

Sanayi devrimi ve toprak mülkiyetinin kapitalistlerin eline geçmesi bu yapıyı bozdu. Böylece kapitalist ile toprak sahibi arasındaki ayrım kalktı (Marks, 2015: 132). Ekonomi politik bu süreçte ne sermayesi ne de toprağı kalmayan ve sadece emekle yaşayan kişileri tıpkı beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanmasını sağlayabilen “iş hayvanı”na indirgeyerek emeklerini ücretlendirdi (Marks, 2015: 96, 98).

Marks'a göre emeğin örgütlenmesinde yaşanan dönüşüm sürecinde kapitalizm dişi cinse daha geniş bir etkinlik alanı sağlamıştır. 1833 yılında kuzey Amerika pamuk fabrikalarında 18.593 erkek işçiye karşı 39.927 kadın işçi bulunmaktaydı. İngiliz iplik fabrikalarında ise 159.818 erkek işçiye karşılık 196.818 kadın işçi istihdam edilmekteydi (Marks, 2015: 99-100). Marks'ın burada ima ettiği husus, kadınların (ve çocukların) sermayenin kârlılığını arttıracak düşük ücret düzeyinde çalıştırılmasıdır.

Anlaşılacağı üzere Marks'ın yukarıya aktarılan perspektifiyle proleterya içindeki kadının “ezilmesi”, “erkek tahakkümü” olarak ortaya çıkmamıştır (aşağıda bu ifadenin izahını göreceğiz).

Marksizm, sanayinin kapitalist temel üzerinde gelişmesinin çalışan yığınların yoksulluğunu ve sefaletini toplumun yaşam koşulu haline getirdiğini ileri sürmektedir. Bu yaklaşım, sömürüyü şöyle izah etmektedir: “Makine, kendisini işleten gücü içerdiği için kas gücü değerden düştüğü gibi, kadın ve çocuk emeği de ücretli çalışmaya başlayarak erkeğin işgücü değerini düşürmüştür. Eskiden yalnız erkeğin çalışmasıyla geçinen aile artık koca, karı ve çocuklarla birlikte dört kişi olarak çalışmak zorunda kalmıştır. Eskiden işgücünün satımı ve satın alımı bir özgür kişiler ilişkisi iken, şimdi yetişkin olmayanlar veya yarı yetişkinler satın alınmaktadır. İşçi, şimdi artık karısını ve çocuğunu (emeğini) satmaktadır. Makine, kadın ve çocukların işe alınmasıyla yerinden olan ve boşta kalan erkek işçiyi imal etmekle kalmamış, sermayenin yasasına boyun eğmek zorunda kalan bir “fazla işçi” (yedek işçi ordusu) da üretmiştir. Böylece makine, işgücünün bütün ahlâkî ve doğal sınırlarını çiğnemiştir. Makine, işçinin ve ailesinin bütün ömrünü sermayenin yararlanması için yedek çalışma zamanına dönüştürmenin en şaşmaz aracı olmuştur. Burjuva istatistikçileri, fabrika işçisi ailelerinin ortalama ücretinin arttığını açıklasa da gerçekte aile başkanının (erkeğin) emeğinin yerine, şimdi karısı ve üç-dört çocuğu, sermayenin tekerlekleri altına alınmıştır. Makine kullanımının başka bir sonucu, kadınların ve çocukların fabrikalara sürülmesidir. Eskiden kadın ve çocuk emeği aile çevresinde kullanılmıştır. Kadınların ve çocukların toplumsal üretimde kullanılması kötü değildir. Ancak kadın ve çocukların bugünkü koşullarda çalışmaya zorlandıkları yol iğrençtir” (Müller, 2014: 48-49).

Engels, tek eşli ailenin bireysel cinsel aşkla ilişkisi olmadığını savundu. O, tek eşli aileyi, özel mülkiyetin, ilkel ve kendiliğinden ortaklaşa mülkiyet üzerindeki yengisi olarak değerlendirir. Tek eşli karı-koca evliliğinin tarihe asla erkekle kadının karşılıklı uzlaşması olarak girmediğini ifade eder. Tam aksine bu evlilik, bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması olarak bütün tarihin o zamana kadar bilmediği, iki cins arasındaki çatışmanın açığa vurulmasıdır. Hatta Engels, Marks'ın bu konuda yazdıklarını da nakleder: “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında döl verme bakımından yapılan, iş bölümüdür.” Engels için karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir ama aynı zamanda kölelik ve özel mülkiyetin gelişmesi olduğu için gerilemedir. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre biçimidir. Ona göre tarihte kendini göstermiş ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içinde gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla ortaya çıkmıştır (Engels, 2015: 78).

Engels'e göre modern (burjuva) karı-koca ailesi açık veya gizli olarak kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur. Aile içinde erkek, burjuvadır; kadın, proletarya rolünü oynar. Kadın toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılarak evinde baş hizmetçi olmuştur. Fakat yine Engels'e göre proleterlerin evinde erkeğin kadın üzerinde üstünlüğü bulunmamaktadır. Para yokluğu nedeniyle erkek karısı üzerinde hiçbir tahakküme sahip olamamaktadır. Sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve fabrikaya gönderdiğinden beri bu sınıfta erkek üstünlüğüne varlık kazandıran bir uyarıcı yoktur. Diğer değişle proleterya evliliği, sözcüğün etimolojik anlamıyla tek eşli evlilik ise de tarihsel anlamıyla tek eşli değildir. Zira kadın, (burjuva kadınının aksine) boşanma hakkını elde etmiştir. Mülkiyet korunsun ve mirasçılara geçsin diye kurulmuş tek eşliliğin hukukuna tabi değildir (Engels, 2015: 85).

Marks ve Engels'in bu yorumları proleteryanın tek-eşli evliliklerinin, burjuva tek-eşli evliliklerinden farklı anlaşılması gerektiğini işaret eder. Burjuva sınıfındaki tek-eşli evlilikler, erkeğin üstünlüğünü ortaya çıkarır ve bu da burjuva erkeğinin iktisadî üstünlüğünün yalın bir sonucudur. Burjuva evliliği iki niteliğe sahiptir: Erkeğin üstünlüğü ve evliliğin bozulmazlığı. Engels, burjuvaların evliliğinde mülkiyet problemi olduğu görüşündedir. Bu evliliklerde karşılıklı cinsel aşka ve çiftlerin gerçekten özgürce anlaşmasına dayanılmamaktadır. Bu nedenle bu evlilikler ahlâksızcadır. Proleteryanın tek-eşli evlilikleri ise aşk üzerine kuruludur ve aşkın tükenmesiyle ya da eski aşkın yeni bir aşk tutkusuyla yitirilmesiyle boşanmaya evrilir. Engels'e göre yalnızca aşkın devam ettiği evlilik “ahlâkî”dir. Bireysel cinsel aşk nöbetinin süresi ise kişiden kişiye değişmektedir. Bu evliliklerde “satın alma” yoluyla elde etme veya mülkiyet nedeniyle aile birliği kurma güdüsü yoktur (Engels, 2015: 91-93).

Engels'e göre yeni bir kuşak gelecek ve aile kurumunu değiştirecektir. Bu kuşağın erkekleri, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracılığıyla satın almamış olacaktır. Bu kuşağın kadınlarıysa kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecektir (Engels, 2015: 97).

Marks-Engels'in evlilik hakkındaki görüşlerinin İslâmî evlilik paradigmasıyla bağdaşması mümkün görünmemektedir. Zira Marksistler İslâmî evliliklerde erkeğin kadına “mehir” vermesinin aşk ile bağdaşmazlığını ileri sürecektir. Erkek ve kadının birbirini aşk ile sevmesinin ve cinsi halvetinin evliliğe dönüşeceği savunulmaktadır. Ancak Marks-Engels, proletaryanın “cinsel aşk nöbeti”ni niye evlilik kurumuna taşıdığı hususunu izah etmemektedir. Marksist bakışın analizinde bu kısım çelişkilidir.

Marksizmin bünyesinde taşıdığı bu zaaflara rağmen kapitalizm analizini ve feminist teoriye verdiği cevapları dikkate almaya ihtiyaç vardır. Hester Eisenstein, feminist teorinin neo-liberalizm ile gizli ilişki kurduğu yönünde bir eleştiri getirmektedir. Eisenstein, ABD'nin ve dünya kapitalizminin 1970'lerden beri süregelen “yeniden yapılanması”nı gözden geçirmektedir. 1973 ve 1979 OPEC fiyat artışı ile Vietnam'da süren savaş yüzünden zayıflayan ABD ekonomisi birtakım stratejiler geliştirir. İlk olarak “ağır sanayi”nin terkedilmesi sağlanır. İmalat sektörü, sanayinin sendikalaşmış Kuzey'den sendikasız Güney'e taşınması politikaları yanında, ucuz emekten yana politikalara veya serbest ticaret bölgelerinden yarar sağlamak üzere üretimin bazı unsurlarını denizaşırı ülkelere kaydırmayı hedefleyen uluslararası stratejilere döner. Bu strateji kadın emeğinin tercih edildiği tekstil ve elektronik eşya sektörlerini çarpıcı şekilde büyütür. Tayvan'dan Çin'e, Malezya'dan Endenozya'ya, Meksika'dan Karayipler'e ve Güney Amerika'ya kadar tüm dünyada kadınların “kıvrak ve ucuz” parmakları yerel iktidarlara gereksinim duydukları döviz gelirini sağlarken çokuluslu şirketlerin kârlarını arttıran bu emek-yoğun sanayinin gözde işgücü haline gelmiştir.

Diğer taraftan göçmen emeğinin başta kadınlar olmak üzere tüketimi yoluyla maliyetler düşürüldü ve üretimin diğer alanları beslendi. Mavi yakalı işçilik beyaz yakalı işçiliğe dönüştürülürken burada da kadın emeği hayati bir önem taşıdı. Şirketler kadınlar için çalışmayı çekici kılmak için birbiriyle yarıştı. 1970 yılından 2000'e kadar imalat sanayiindeki istihdam yalnızca yüzde 15 düzeyinde büyürken (26 milyondan 30 milyona çıkarılırken), hizmet sektöründe çalışanların sayısı 49 milyondan 102 milyona yükseltilerek iki kattan daha fazla arttırılmıştır. Hizmet sektöründeki büyüme kadın istihdamında hızlı bir yükselişi de beraberinde getirmiştir.

“1970'ten 2000'e kadar yeni istihdam edilen personelin yüzde 60'ı kadınlardan oluşmaktaydı” diyen Hester Eisenstein'in analizine göre II. Dünya Savaşı'nın bitiminden itibaren başlayarak 70'ler boyunca sanayi mallarının (maden, inşaat, imalat) toplam artışı %32 civarındayken 1980-1990'larda bu oran %18'lere gerilemiştir. 1945-1980 arasında hizmet sektörünün artış hızı ise %16 düzeyinden 1980 sonrası %30'a çıkmıştır. Böylece 1970-2000 arasında işgücü ordusundaki kadın sayısı 27 milyon artmıştır. Bu kadınların %63'ü (16 milyonu) evli kadınlardan oluşmaktadır. Bu, “iki çalışanlı hane”ye duyulan ekonomik ihtiyaçtan kaynaklanmaktaydı ve zikri geçen ihtiyacın karşılanmasına feminizm ideolojisinin kombinasyonu sayesinde gelinmiştir (Eisenstein, 2016: 32-34).

Eisenstein'e göre kadın emeğinin yaygın kullanımı erkekler için geleneksel, “bacalı” ağır sanayi işlerinin oranında  azalmayı beraberinde getiren temel bir yeniden yapılanmayla beraber gelişti. Eskinin ağır bacalı sanayi işleri (otomobil, çelik, lastik, beyaz eşya, petrokimyasallar) 1930'dan 1980'e kadar yarı kalifiye ve kalifiye mavi ve beyaz yakalı geniş bir orta dilimle anılıyordu. 1960-1970'lerden itibaren büyük perakende mağazaları, düşük ücretli eleman sirkülasyonunu ve yarı zamanlı işleri öncelikle kadınları istihdam etmek üzere çoğalttılar.

Eisenstein, 2002'de Wal-Mart adlı zincir marketin çalışan sayısının 1,4 milyon kişi olduğuna ve bunun %72'sinin kadınlardan oluştuğuna işaret eder. Pizza Hut'ta çalışan Michael A. McLimans'ı örnek gösterir. Michael'in karısı da bir otelin resepsiyonunda çalışmaktadır. Karı-kocanın birlikte yıllık maaşı yıllık 40.000 dolar tutarındadır. Bu gelir, Michael'in babası olan emektar çelik işçisi David L. McLimans'ın kazandığı yıllık 60.000 doların çok uzağındadır (Eisenstein, 2016: 44-45). Eisenstein, ücretlerdeki gerilemenin daha fazla aile üyesinin aile gelirine katkısıyla telafi edildiğini söyler. Kadınların işgücüne katılması sermayenin ücretleri sabit tutmasına ve sendikaların 19. asır boyunca uğruna mücadele ettiği, eşleri ve çocukları kapsayacak bir ücret kavramından vaz geçmesine yaradı. 1970'lerde feministler kadınların ekonomik bağımsızlığı konusunda taleplerinde radikaldiler. Feministler “aile ücreti” talebinin kadın hareketine yönelik bir tuzak olduğu fikriyle bu yaklaşıma saldırdılar. Ancak “aile ücreti”, bunu kazanan işçiler için işçi sınıfının bir zaferini temsil ediyordu (Eisenstein, 2016: 44-45). Aslında İslâm iktisatçıları da bekârların evlilere nazaran daha az ücret almasını kabul ederek “aile ücreti” olgusunu benimserler.

Eisenstein, feminizmin ABD'nin emperyalist yayılmasının meşrulaştırılması için kullanıldığını da ifade eder. Bush yönetiminin kadın hakları ile terörizmle çatışmasını buna örnek gösterir. ABD'nin Afganistan'da Taliban ile savaşı, kısmen Afgan kadınlarının kurtarılmasını sağlamak bahanesine dayandırılmıştır. 2002'deki Irak saldırısı da kamusal yaşama kadınların katılımını teşvik etmek ve Ortadoğu'yu “modernleştirmek” için gerçekleştirilmiştir. Küreselleşmenin aslî amacı, geleneksel toplumu bir arada tutan bağları zayıflatmaksa, bu durumda feminist teori güçlü bir çözücü olmaktadır. Feminizm, ideolojik olarak kadınları ailelerin ya da toplulukların üyeleri olmak yerine birey olmaya teşvik etmekte; köylü kadınların proletaryalaşması ve onların kimlik algılarının modernleştirilmesi için araçlaşmaktadır.

Bir Dünya Bankası yetkilisi, “Dünya çapında rekabet edebilmek için özel sektörün ihracatına giderek daha fazla bağımlı olan kadınlar devasa ve kullanılmamış bir kaynak olarak durmaktadır” demektedir. Şu hâlde uluslararası sermayenin işleyişi, ne kadar yetersiz olursa olsun, sağlık hizmetlerinden eğitime, barınmadan ucuz gıda ve yakıta kadar kadınları ve çocukları koruyan tüm yapıları sistematik bir biçimde ortadan kaldırmak üzere kurulmuştur. Bu işleyiş kadınları piyasa ekonomisine davet ederken bunun özgürlüğe ve eşitliğe giden yol olduğunu iddia etmektedir. Feminizmin meşrulaştırılması, dünya ekonomisinin radikal biçimde yeniden yapılanmasını maskelemekte ve ekonomik liberalleşmenin parıltısı, kadınların çok büyük bir çoğunluğunun derinleşen yoksulluğunu gizlemektedir (Eisenstein, 2016: 57-58).

Sonuç:

Bu yazıda kadının “kendi ayakları üzerinde kimseye muhtaç olmadan geçimini kazanması” olgusunun feminist teorinin hareket noktası olduğu fikrinden hareket edilmiştir. Eisenstein de makalesinde benzeri bir yaklaşımı şu ifadelerle ortaya koymuştur: “Kadın hareketi, her ne kadar yeniden üretim haklarından aile içi şiddete ve çocuk bakımına, cinsel özgürlüklerden sağlık sorunlarına ve pornografiye kadar pek çok konuyu gündeme getirmiş olsa da örgütlü hareketin enerjisi ezici bir yoğunlukla kadınların ücretli emeğine odaklanmıştı. Sara Evans'ın belirttiği gibi kadın hareketinin en büyük etkisi Amerikan işgücü içinde oldu. Buna göre asıl mesele, barınmanın, çocuk bakımının ve ev işlerinin eşler arasındaki paylaşımının ötesinde kadınları ulusun yeniden inşasına dahil edecek çalışma fırsatlarıydı. İster fabrika ve ofislerde çalışıyor olsun ister profesyonel olsunlar, çalışma (ve emeğin ücretlendirilmesi) politikaları feministler için en önemli meseleydi” (Eisenstein, 2016: 39).

Kadınlar işgücünü herhangi bir gelir karşılığı olmaksızın sunmalarından rahatsız olmakta ve geçimlerini erkeğe bağlı olarak sürdürmek zorunda kalmalarına itiraz etmektedir. Geçimlerinin erkek (koca) tarafından sağlanmasını, kadının emek/beden/duygu bakımından istismarı olarak kabul etmektedir. Bu yaklaşım nedeniyle kadınlar “ev-dışı” alanda emeklerini ücretlendirmek (yani çalışmak) istemektedir. Ancak kadınların emeklerinin ücret karşılığında işgücü piyasasına dahil edilmesi, onun özgürleşmesini tekeffül etmemektedir. Zira ev-dışı alanda da sömürü bulunmaktadır ve bu sömürünün cinsel kimliği “eril-erkek” olmak zorunda değildir. Kadınlar da başka bir kadının emeğini “ücretlendirdiği” takdirde “erilleşmek”ten kurtulamamaktadır.

Ayrıca çalışma hayatına dâhil olan kadınların, kariyer bakımından ilerleyemedikleri, ev işleri ve çocuk bakımı kapsamında işlerde istihdam edildikleri görülmektedir. Neo-liberalizm, kadınların evde de çocukları olduğu bilgisinden hareket ederek “esnek zamanlı” mesai kavramı geliştirerek kadınlara ödediği istihdam ücretini düşürmekte tam mesai içinde iki veya üç vardiya modeliyle “kadın emeği istismarı” yapmaktadır. Kadın istihdamı istisnalar haricinde sekreterlik, kasiyerlik, market reyon hizmetleri, aşçılık, servis elemanı, çocuk ve yaşlı bakıcılığı, temizlikçilik, öğretmenlik gibi sahalarda yoğunlaşmaktadır.  Bu mesleklerde ise kariyer ve yüksek ücret düzeyi ancak hayat boyu bekâr bir hayat sürdürmek bedeli ödenerek mümkün olmaktadır.

Bu anlamda feminist teorinin bakış açılarıyla toplumu inşa etmeye çalışan bir kadın hareketinin ya “savaşçı” (Amazon) ya da namuslu ve zahit-bekâr (Rahibe-ruhbanca) hayat tarzları önerdiği, her hal ve şartta “aile” ile çatışmak zorunda kalacağı ileri sürülebilir. Diğer taraftan kadın istihdamının artmasının “yedek işçi ordusu”nu büyüttüğü ve kapitalizmin kâr maksimizasyonunu işten atılma korkusu içindeki personel üzerinde “ücret dengelemesi” ile sağladığı tartışmasız kabul edilmelidir.

  • Eisenstein Hester, Feminizm ve Neoliberal Küreselleşme Arasında Gizli ve Tehlikeli Bir İlişki mi Var?, 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru, Editör: Aynur Özuğurlu, Notabene Yayınları, 2016
  • Engels Friedrich, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 2015
  • Marks Karl, 1844 Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe, Sol Yayınları, 2015
  • Müller Joachim, Marks-Engels- Lenin Marksizm Kadın ve Aile, Çeviren: Öner Ünalan, Evrensel Basın Yayın, 2014

YORUM YAP