Lütfi Bergen

Doğal Hukuk ve İslâm

30.10.2018 16:37:55

İnsan Hakları teorisinin kaynağının “doğal hukuk” olduğu Mustafa Erdoğan tarafından şöyle ifade edilir:

“Modern insan hakları düşüncesinin ilk ve etkisi hâlâ devam eden kaynağı doğal hukuktur. Tarihsel olarak insan haklarının ilk önce doğal hukuktan türeyen ve insanların doğa halinde sahip oldukları doğal haklar olarak anlaşılmıştır. Doğal hukukçu siyaset ve hukuk anlayışının özünü toplumsal ve siyasal kurumlara her zaman hâkim olması gereken birtakım evrensel ilkelerin bulunduğu ve bunların akıl yoluyla bilinebilecekleri düşüncesi oluşturmaktadır. Bütün çağlar boyunca doğal hukuk teorisinin hiç değişmeyen özelliği şu olmuştur. Bütün yasaların geçerliliğini, onların nihai bir ölçüye, bütün mevcut yasalardan daha da büyük bir kesinlikle bilinebilir ve değeri takdir edilebilir olan bir ideal hukuka atıfla sınama imkânının bulunduğu görüşü” (Erdoğan, 2015: 38).

Yukarıdaki tanımlamada da görüleceği üzere “doğal hukuk” tasavvuru “insan aklı”nı merkeze çekmekte ve ilahi yasaların dahi “akılla” tespit edilebileceği yargısıyla hareket etmektedir.

Bu yaklaşımı geliştiren hukukçular dinin de “doğal hukuk” görüşünü kabul ettiğini ileri sürmektedir. Mustafa Erdoğan'ın işaret ettiği üzere Doğal Hukuk terimiyle, doğru ve yanlışın evrensel ilkeleri oldukları kabul edilen bir dizi normatif önerme kast edilmektedir. Mustafa Erdoğan, gemişte Thomas Aquinas tarafından savunulan bu düşüncenin modern zamanlarda John Finnis tarafından savunulduğunu belirterek görüşü izah eder:

“Doğal hukukun ilkeleri, ulusal ve/veya uluslararası hukuka yol gösteren üstün ilkeler olarak algılanmaktadır. Orta Çağ düşüncesinde bu üstün ilkeler, Tanrı tarafından konulmuş sayılıyordu. Bu teolojik doğal hukuk yaklaşımının o dönemdeki tipik temsilcisi Aquinalı Thomas idi. Thomascı doğal hukuk geleneğini günümüzde John Finnis temsil etmektedir (…) Doğal Hukuk, insan davranışını yöneten ve eşyanın doğal düzeninin bir parçası olduğu kabul edilen kurallar bütününe işaret ediyor ve çoğunlukla da Tanrısal kökenli bir hukuk olarak anlaşılıyordu. Doğal hukuk, Tanrı'nın doğadaki canlı-cansız varlıklar için olduğu gibi, insanlar için de koyduğu yasanın bir parçasıydı. Fakat, bitkiler ve diğer canlılardan farklı olarak, insan sahip olduğu akıl sayesinde Tanrı'nın irade ettiği doğal yasaları bilebilir ve sahip olduğu özgür irade sayesinde de onlara uyabilirdi. Doğal hukuk insanın bu dünyadaki hayatında diğer insanlarla ilişkilerini kurmak için ihtiyaç duyduğu temel kuralları veriyordu. Bu teosentrik bağlamda doğal hukuktaki ‘doğal' terimi, (…) Tanrı'nın insanlık için koyduğu yasalardı; tıpkı ‘pozitif' veya ‘medeni' yasaların belirli yurttaşlar topluluğunun yönetimi için yöneticiler tarafından konmuş olmaları gibi, bu yasalar ‘doğal'dılar. Çünkü sun'î (artifical), yani insan yapış değildiler. Onlar, doğanın bilimsel yasaları gibi, şeylerin verili doğal düzeninin parçası veya eşyanın tabiatından idiler (…) Tanrı'nın koyduğu doğanın yasalarının beşerî yöneticilerin koydukları yasalara yön göstermesi gerekiyordu. Doğal hukuka/yasaya aldırmayan insan-yapısı yasalar, bu nedenle yasa bile değildirler” (Erdoğan, 2015: 39-40).

Yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere “doğal hukuk” öğretisi, aklı mutlak olarak kabul etmekte, ancak bu aklı Tanrı'nın tabiattaki yasalarını bulmakla görevlendirmektedir. Bu kavrayış, 1) Tanrı'nın tabiattaki yasalarını keşfeden akîl kişilerin kimlerden oluşacağı, 2) Tanrı'nın yasalarını akılla keşfeden bu zümrenin hangi iktidarı kuracağı problemlerini ortaya çıkarmaktadır.

Doğal hukukçuların bir kısmı, örneğin Stoacılar, insanın evrenin parçası olduğunu ileri sürerek “doğaya uygun yaşam” durumunu yasanın kaynağı saymaktadır. İlk çağ doğal hukukçuları için “toplumsal düzen” (nomos), “doğa düzeni” (fusis) halidir. Bu yaklaşıma göre toplumda güçlülerin güçsüzleri ezmesi hukuka uygundur.

İbrahim Erol Kozak'ın da ifade ettiği gibi bu zihniyet, toplumda bazılarının zengin ve bazılarının fakir olmasına yol açan sebeplerle yıldızların hareketine yol açan sebepler arasında bir fark görmemektedir. Nomos'un (insanlar tarafından konulan yasaların), fusis'e (doğa'nın yasalarına, ki fizik kelimesi de bu kökten gelir) uygun olması, doğadaki “gücü yeten gücü yetene” ilkesinin sosyal hayata da teşmil edilmesi anlamı taşır (Kozak, 2014: 41). Kozak, “Platon ve Aristo'nun köleliği normal ve yasal bir müessese olduğunu ileri sürerken, gerekçe olarak doğayı örnek gösteriyordu (…) Platon'a göre köleler, insanların yararlanması için yaratıldığı anlaşılan sığır ve koyunun benzeri olarak, yani, seçkin sınıftan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış birer insan sığır veya insan-koyundur” der (Kozak, 2014: 41).

Mustafa Erdoğan, Locke'un getirdiği laik doğal hukuk anlayışının önceki anlayışa göre radikal bir değişiklik oluşturduğuna da işaret etmektedir. Locke da doğal haklar düşünürleri gibi hukukun Tanrısal kaynağını reddetmemekle birlikte onu dinsel iktidarın aracı olarak değil siyasi otoriteyi sınırlayan bir tasavvur olarak ele almaktadır.

Locke'a göre insanın doğa durumu Hobbes'daki gibi çatışma hali değildir, doğa durumu ahlâkî olarak barış ve huzuru ifade etmektedir. Doğa durumundaki toplumdaki uyuşmazlıklar, doğal yasaların kusurlarından kaynaklanmamakta; tam aksine insanların doğa yasalarını tanımamalarından, bu kurallara uymamalarından kaynaklanmaktadır. İnsanlar siyasi topluluğa doğal haklarıyla birlikte girmekteydiler. Locke'a göre, doğa halinde bireyler hem hayat, hürriyet, mülkiyet doğal haklarına hem de bu hakları korumak için gerekli gördükleri yasaları yapma, haklarını bizzat yürütme (bizzat ihkak-ı hak yapma) hakkına sahiptirler. İki kategori hak, doğal haktır. Ancak insanlar siyasi otorite altına girdikleri zaman, bu ikinci hakkı devlet'e devrediyorlardı. Böylece her bireyin doğal hukuku yorumlama ve mütecavizleri yargılayıp cezalandırma işlevleri siyasi toplumun bütün üyeleri adına tek bir otorite (devlet) tarafından yerine getirilecekti. Bireyler, birinci kategori haklarından (hayat, hürriyet, mülkiyet) ise vazgeçmeyeceklerdi. Locke'çu doğal hukuk geleneğinde yönetimin birinci işlevi, insanın doğal hukuk haklarını korumaktır. Locke, hükümetlerin birey haklarına mütecaviz olmaları halini de değerlendirerek, “Yurttaşlarının doğal haklarını ciddi olarak çiğneyen hükümet, yönetme hakkını kaybeder ve onu devirmek meşru hale gelir” demiştir (Erdoğan, 2015: 40-41).

Tanrı merkezli (teosentrik) veya laik (ruhban-dışı) doğal hak tasavvurlarının bütün varyasyonlarında (çeşitlenmelerinde) ortak kaygı, yasanın kaynağı olarak tabiat kanunlarına bakan beşerî aklın kimin hizmetinde kullanılacağı hususunda toplanmaktadır.

İslâm hukukçuları, kozmik tabiatı (fiziği) inceleyerek ondaki prensipleri tespit etmeyi ilimler tasnifi içinde gerekli görmekle beraber beşerî ilişkilerin gerçekleştiği toplumsal yapının işleyişine dair kuralların akılla keşfedilebileceği fikrinden hareket etmemektedir. Bu anlamıyla Müslüman hukukçuların doğal hukuk teorisi başlığı altında değerlendirilmesi mümkün değildir. Doğal hukuk teorisi Hıristiyanlığın kanun-yasa getirmemesi ve fakat Kilise babalarının kendilerini “norm yapıcı” görmesi olgusundan doğmuştur. İslâm ise yasa olarak gelmiştir. Müslüman hukukçuların “yasanın kaynağı olarak akıl” tasavvuruna dahil edilememesinin gerekçesi budur.

Doğal Hukuk teorisi, Hz. İsa'yı peygamber değil “Tanrı” sayan Batılı aklın ürünüdür.

 

  • Erdoğan Mustafa, İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Orion Kitabevi, 2015
  • Kozak İbrahim Erol, Hukuk Felsefesi, Palet Yayınları, 2014

YORUM YAP