Müslümanlar Cumhuriyet'in tesisinden itibaren İslâm'ın toplumsal hayatı belirlemesi anlamında Gazalici iki model geliştirdiler. 1) “Siyasal hareket”, “parti”, mücadele dernekleri; 2) Hizmet hareketleri (yurt, okul, kurs, sivil toplum).
Bu iki model de Müslümanların problemlerine cevap üretemedi. Çünkü her iki model de toplumu tepeden aşağı dönüştürmeyi hedeflemektedir.
*
“Siyaseti önemsemeyen Müslümanları, Müslümanları önemsemeyen siyasetçiler yönetir” sözünün sahipleri siyaseti cihat sayarak hareket etmektedir. “Parti” ya da “siyasal hareket”, mücadelenin merkezinde yer alacak ve önce bürokrasiyi, sonra “devlet” dediğimiz teşkilatı ele geçirecekti.
Bu yaklaşım, “İslam yalnızca iman, ibadet ve ahlaktan ibaret değildir. İslâm, hayatın diğer alanları ile ilgili hükümleri de ihtiva etmektedir. İslam, siyasi bir dindir. Bu din, siyaset, ibadet ve diğer hükümlerle iç içedir. Müslümanlar iktidar perspektifiyle önderlik yapabilecek İslâmî siyasi parti/hareket kurmalıdır” fikrindedir.
Fakat geçmişe baktığımızda Anadolu'nun bin yıllık yöneten / yönetilen uygulamasında halkın siyasetle ilgilenmesi söz konusu olmamıştır. Celal Metin, 1290-1354 yılları arasında ortaya çıkan Ahi Yönetimi'ni “bir cumhuriyet olmaktan çok dönemin şartlarına uygun şehir beyliği” şeklinde değerlendirmekte haklıdır. O dönemin siyasal boşluğunda zanaat-ticaret örgütleri ve hukuk zümreleri halkın ihtiyacı olan emtiayı karşılamak ve ihtilafları adaletle çözüme kavuşturmak için şehir yönetimini ele almışlardı. Ahilik, cemaat şeklinde örgütlenerek dini bir nitelik kazanmıştır. Herhangi bir meslekte çalışabilmek için o mesleğin pir'ine bağlanmış ustasına çırak olmak gerekirdi. Ahi örgütü dışında kalan, ustasından el alamayan kişinin mesleki faaliyette bulunması imkânsızdı.
Anadolu halkı (reaya), tımar-ahilik sistemi içindeki bu disiplin nedeniyle siyaseti belirleyen kadroları yetiştirmedi. Osmanlı yöneteninin iktidarını asal kabul etti.
“İslam, siyasi bir dindir” fikrini kabul etmeyen Anadolu ahileri, abdalları, bacıları, gazileri ve tımar sisteminde yerleştirilen çiftçiler, geçim-maişet ekonomisini tahkim edecek bir toprak / zanaat / ticaret nizamı peşindeydi. Hacı Bayram, Erdebil Tekkesi'ne intisabına rağmen “İslâm siyaset düşüncesi” içinde yer almamıştır. Oysa Erdebil Tekkesi, Şah Cüneyt ile “devlet” haline gelmişti.
Bu Ülke'ye “yabancı” olarak gelen Müslümanlar siyasetle değil hukuk sistemi ile varlık buldular, “Adalet Dairesi”ni hayata geçirdiler. Onları, Anadolu'da “Roma (Rum) Düzeni” karşısında aziz ve hür kılan da siyaset değil adalet ve hukuktur.
Harac vermek zimmet hukukuna aidiyeti kabul etmektir. Öşür vermek, Osmanlı'nın iktisadî sisteminde bir imtiyazdır.
Cumhuriyet dönemi boyunca Müslümanlar aşar vergisinin kaldırılmasından muzdarip değillerdi. İslâmcı siyasal hareket, hiçbir zaman toprak ve ticaret sahasında hukuk arayışını gündeme getirmemiştir.
*
Cumhuriyet, Osmanlı toplumunun esnaf, zanaatkâr, çiftçi (çift: iki öküz demektir; çiftlik: bir çift öküzle sürülen tımar arazisi demektir) yapısını bozarak işe başladı. Aşar (öşür) vergisi 1925'te kaldırıldı.
Türkiye'de İslâmcılık düşüncesi aşar (öşür) vergisinin kaldırılmasının ne gibi hukuki sonuçlara meydan verdiğini de tartışmamıştır.
Aşar-öşür'ün anlamı “onda bir”dir (1/10) ve İslâmî nitelikte bir vergidir. Bu verginin tımar sistemi kurulursa tatbik edilebileceği tartışmadan varestedir. Hanefilere göre toprak mahsullerinden zekât, öşür arazisinde söz konu edilebilir.
Öşürde ibadet fikri vardır. Çünkü öşür, mahsulün zekâtıdır; toprağın zekâtı değildir. Toprağını ekmeyenden öşür alınmamaktadır. Harac ise toprağın vergisidir, mahsulle ilgisi yoktur.
*
Cemaat mevzuuna geldik.
Osmanlı'da fertler, hane zekâtı / vergisi olan öşür-harac sistemi içinde yer bulduğundan sivil topluma benzeyen kuruluşlar ortaya çıkmamaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı'da, bugün bildiğimiz anlamda “cemaat” zuhur etmemişti.
Müslümanlar Cumhuriyet sonrasında zekâtlarını tevdi edecekleri kişiler arayarak “cemaat”leştiler. Türkiye'de ulusal ya da küresel cemaatlerin ortaya çıkışının nedeni budur. Fakat bu “cemaat”leşme problemlidir.
Osmanlı tebaasının iki cemaati vardı: Mahalle teşkilatı ve esnaf teşkilatı.
Mahallede sabah-akşam-yatsı namazını kılan Müslüman fert, 40-50 kişilik mescidinde mahallesinin meselelerini halletmek imkânına kavuşmaktaydı. Bu anlamda bir mahalleye girmek, bir cemaate katılmak demekti.
Aynı kişinin bir de esnaf-zanaatkârlık nedeniyle dâhil olduğu ikinci cemaati daha vardı. Bakırcılar Çarşısı'nda geçim eyleyen “herif”, “Bakırcı esnafının fütüvvetnâmesi”ne göre cemaat hayatı yaşadı.
Cemaat olmak için komşu olmak, aynı mescidde saf tutmak, aynı meslekle iştial ederek aynı çarşıda rızık aramak gerekir.
Uzak ülkelerde yaşayan topluluklar birbirine cemaat de, ümmet de olamaz.
Hatırlayın!
Mekke'de yaşayan Müslümanlar Medine'ye hicret etmedikçe cemaat dışı ve hatta ümmet dışı kalmışlardır.
Her mahalle cemaattir, her esnaf çarşısı cemaattir.
Osmanlı'da bir belde “şenlendirilmek” istendiğinde bir topluluk (bir mahalle) yatırıyla birlikte bir beldeden alınıp başka beldede iskân edilirdi. Mahalle, mekân değil topluluk / cemaat sayılmaktaydı.
Tekke-tarikat ise, adı üstünde “cemaat” değil, yoldur. Tarikata girmek cemaate girmek anlamına gelmemekteydi. Tarikatlar günümüz anlayışında bir tür okul, sanat atölyesi, sohbet mekânı, aşevi gibi fonksiyon gördüler.
Cumhuriyet sonrası Müslümanlar, tekke benzeri yapılanmaları “cemaat” adıyla anmakla hata yapmaktadır. Türkiye'de mukim bir adamın Almanya'da yaşayan bir adamla benzer bir tarik tutması “cemaat” olmayı sağlamamaktadır.
Komşuluğu, aynı mahallede / bedestende varolmayı göz ardı ederek, ulusal ya da küresel bir “cemaat” kurulamaz.
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter