“Biz lâikliğe karşıyız” ifadesine başvuranlar aslında lâik-ruhban ayrışmasını kendi elleriyle varlığa çıkarmakta ve hatta giderek İslâm toplumlarında belki on dört asırdır zuhur etmemiş bir tatbikatı savunmaktan geri kalmamaktadır.
Bu tatbikat, Müslümanların arasında bir grup insanı Batı toplumlarında ortaya çıkmış ruhbanlar-rahipler gibi “din sınıfı”na dönüştürmüştür.
Türkiye'de cami imamları, kim ne derse desin, İslâm toplumunun 14 asırlık tarihinde görülmemiş ruhban bir sınıftır. Böylece dinî kaygılarla “Biz laik değiliz” diyenlere, “o halde ruhban olmak için yetiştirildiniz” deme hakkımız bulunmaktadır.
Ortaçağ Avrupası'nda Katolik toplumlar, laikler (laicus) ve ruhbanlar (clericus)'dan oluşmaktadır. Oysa Osmanlı toplumunda ruhban (clericus) yoktur. Lâiklik kavramı, Kilise örgütünde (dinî müessesede) görevli olmayan, Kilise sınıfı ile ve Kilise hizmeti ile ilişkisi bulunmayan sosyal gruplar için kullanılmıştır.
Bu duruma göre Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altındaki “imam” yapılanması “laikler (laicus)”den değil, “ruhbanlar (clericus)”dan oluşmaktadır.
Osmanlı Toplum sisteminde ise “imamlık” vazifesi, camilerde “namaz kıldırma memurluğu” olmaktan tamamen başkadır. Yani Osmanlı toplumunda imamların maaşları, laicus'lara has mesleklerle iştigalden iktisap edilmekteydi.
Osmanlı mahallesinde imamlık vazifesinin görev tanımında, “muallim”, “muhtar”, “noter” ve daha pek çok idarî hizmet bulunmaktadır.
Yani mahalleye atanan imam, aynı zamanda muallimlik, noterlik ve muhtarlık yapmaktadır. Bu nedenle Osmanlı'da maaş, “namaz kıldırmaya imamlık” vazifesine değil, yerine göre muhtarlık / noterlik / muallimlik / nüfus memurluğu vazifelerine verilirdi. Şimdi bu konuyu örnekleyelim:
Nüfus Memuru olarak İmam: “İstanbul'da Kadırga civarında Bostan Ali Mahallesi'nde vuku bulan 18 vefiyyatı (ölüm hadisesini-LB) zamanı içinde nüfus idaresine bildirmediği için, mahalle imamı Hafız Mustafa, muhakeme neticesinde, Nüfus Nizâmnâmesi'nin 4. ve 5. fasıllarına tezyîl kılınan nizâm hükmünce beher vefiyyat için yarımşar Mecidiyye altını cezaya çarptırılmış ve ayrıca mahkeme masraflarını ödemesine karar verilmiştir” (Kemal Beydilli, Osmanlı'da İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü, Yitik Hazine Yayınları, 2013: 47-48). Bu örnekten anlaşılacağı üzere “imam” Osmanlı toplumunda “namaz kıldırma memuru” değil, nüfus memurudur.
Askerlik Şubesi Memuru olarak İmam: “Lofça kasabasına tabi Pelsinç köyünde dört-beş senedir imamlık yapan Mehmed ile muhtar Hızır askere gideceklerin kur'a ile tesbitinde asker adaylarını gizlemek ve hayatta olanları ölmüş gibi göstermek gibi suçları işlemelerinden ve yapılan tahkikatta 160 kadar nüfusu gizlemiş oldukları ortaya çıktığından 3 sene için sürgün cezası ile tecziye edilmişlerdir” (Beydilli, 2013: 46). Bu örnekte “imam”, yine “namaz kıldırma memuru” değil “askerlik şubesi” gibi çalışmaktadır.
Nikâh Memuru olarak İmam: Yine Beydilli'nin aktarımlarına göre “Köy ve mahalle imamlarının nikâh akdi ile ilgili işlemleri yürütmeleri, zaman içinde özellikle nikâhların önceden alınması icab eden mahkeme iznine tâbi olarak kıyılmasına dair bazı düzenlemeler getirilmiş olarak son devirlere kadar devam etmiştir. Nikâh işleminin nasıl bir muameleye tâbi tutulduğu, nikâhtan önce kaide olarak resmî bir izin alınmış olmasının icab ettiği ve kayıtların zabt edildiğine dair yeterli bilgiler bulunmaktadır. Meselâ, Soğanağa Camii imamı, mahallede oturmakta olan Cemile Hanım'ın mektep hocası Elhâc İbrahim ile olan ikinci evliliğinin nikâhını, müezzin Salih ve Hüseyin ve Çukadar İbrahim Ağa'nın şahadetleriyle, 60 kuruş mehr-i mü'eccel tayini ile akdetmiştir (…) İmamların gayrımüslimlerin de nikâhlarını kıydıklarına dair bilgiler mevcuttur” (Beydilli, 2013: 78-79).
Bu noktada imamların nikâh kayıtları için niçin resmî belgeler aldığı meselesi sorgulanabilir. Kemal Beydilli, bu konuya şöyle izah getirmektedir: “Arşivlerimiz (…) nikâh işlerinin mahkeme iznine tâbi olarak yapıldığı ve bu tür işlemlerin kaydedilmekte olduğunu göstermektedir. Bu durum yabancı seyyahlar tarafından da gözlenmiş olup mesela 1587-1588'de İstanbul'da bulunan Lubenau, nikâh akidlerinin özellikle kararlaştırılan mehrler sebebiyle sicillere kaydedildiğini belirtmektedir” (Beydilli, 2013: 78-79).
İmamların muhtarlık, noterlik, nüfus memurluğu, askerlik şubesi memurluğu, muallimlik, nikâh memurluğu gibi vazifeleri, Osmanlı'nın son döneminde ellerinden alınmıştır. Bu işlemlerden dolayı tahsil edilen harçlarla maişetlerini karşılayan imamlar kazançlarını kaybetmişlerdir.
Kemal Beydilli'nin işaret ettiği üzere “Bu vazifelerin kendilerinden alınmasıyla, artık geçinmelerinin mümkün olmadığından bahisle (…) eskiden olduğu gibi vazîfe görmelerine ve imamet mühürlerini bi'l cümle devair ve müessesâtta mu'teber addedilmesini” istediler (Beydilli, 2013: 81). İmamların idari ve eğitim görevlerinin giderek ellerinden alınması neticesi kendilerine sadece cenaze, defin ve gassallık hizmetlerinin kalması, modern devlet yapılanmasının kurulmasıyla ilgili gelişmelerin sonucudur.
Yukardan beri işaret ettiğimiz üzere Türkiye'de “lâik değiliz” diyen cenahın entelektüel kökü olarak “İmam Hatip Okulu” mezun ve mensupları, gerçekten de icra ettikleri meslek nedeniyle “ruhban (clericus)”dırlar.
Bu cümleden olarak İmam Hatip Okulu mensuplarının “Anayasa'dan lâikliği kaldıracağız” demek yerine ruhbanlık üreten sistemi yeniden ele almayı gündeme getirmelidir. Mutlaka, Necmettin Erbakan Hoca'nın beyan ettiği üzere “Biz Lâikliğe karşı değiliz, lâiklik uygulamasına karşıyız” demeleri de gerekir.
İmam Hatip Okulu mezunları, “lâik değiliz” beyanında ısrar ettikçe, ruhban olduklarını, Osmanlı'ya yaslamadıkları bir zihniyetle “dini alanı tanzim ettiklerini” dünya âleme ilan etmektedir.
Lâik olmadıklarını iddia edenler, yapısal ruhbanlığı da mesele etmeliler.