Lütfi Bergen

Aydınların gelenek eleştirileri

03.01.2018 04:07:59

İslâm'ı bütüncül bir nazariye olarak kabullendiği halde gelenekle bağlarını esnetmeyi temellendirmeye çalışan yaklaşımların Müslümanların ortak tarihî – siyasî devlet tasavvuru olan Osmanlı dönemini paranteze aldıkları söylenebilecektir.

Dünya inanç toplulukları haritasına göz gezdiren bir araştırmacının karşılaşacağı gerçek şudur: Osmanlı devletinin siyasal coğrafyasının sınırlarıyla günümüz dünya İslâm toplumlarının yaşadığı coğrafya aşağı yukarı çakışmaktadır. Diğer değişle Osmanlı'nın tarihten çıkarılmasının İslâm'ı dünya kavimlerine anlatmak, tebliğ etmek, yeni toplumları İslâm dinine kazandırmak anlamında bir katkısı bulunmamıştır.

Oysa Hıristiyanlık, sömürgeci devlet modeliyle girdiği tüm coğrafyalarda kendine yeni müntesipler, ‘muhtedi'ler edinmiştir. Hıristiyanlık Avrupa'da toplumsal tabanını yitirse dahi Asya, Afrika ve Güney Amerika'da yükselmektedir. Katolisizm dünyayı yönetmektedir.

Müslümanlar yaklaşık iki asırdan beri İslâm'ı kendi içlerinde anlatarak mezhebî ve meşrebî mensubiyetlerinin diğer mezheb ve meşreb toplulukları üzerinde egemenleşmesi konusunda bir mücadelenin çıkmazı içindedir.

Bu noktada İslâm'ın devlet mekanizmasını kullanarak Batı'nın sömürgeci taktiklerini yeniden üretmesi gerektiğini ifade etmekte değiliz. Tam aksine İslâm'ın zaten Müslüman olan toplulukların yeniden Müslümanlaştırılması için araçlaştırılmasındaki metodolojik hataya işaret etmekteyiz.

İslâmî düşünce uzun süredir ‘devlet ve gelenek' eleştirisini tefekkürünün odağına koyma temayülündedir. İleri sürülen teze göre Müslüman toplumlarda zuhur eden devlet biçimlenmeleri, geleneksel dindarlıkla uzlaşmış durumdadır. Zikri geçen yaklaşım, “geleneksel dindarlık ile devlet ilişkisinin İslâmî bütün ve temeller adına değil, bu bütünün kimi parçaları için, sembolik meşruiyet talepleri adına kurulduğunu” iddia etmektedir. Bu diskurun sahipleri, Batı'nın sömürgeci ‘uygarlık misyonu' perspektifinin ve kapitalist hayat tarzının toplumlarımızı dönüştürdüğünden de bahsetmektedir.

İslâmî düşüncenin bu üç odaklı zeminde (gelenek, devlet ve sömürgecilik) getirdiği eleştiriyle kendine alan açmaya çalışması, az sonra izah edeceğimiz gibi bir buhrana sebebiyet vermektedir.

Osmanlı siyaset felsefesinin ve teşkilat yapısının İslâmî temeli bulunmadığına dair aydın eleştirileri, şura – meşveret kavramlarıyla ileri sürüldü. Aydınlar bu kavramlarla kendilerinin ehl-i hal ve'l akd zümresine dahil edilmesinin gerekliliği üzerinde durdular. “Milletin devleti sınırlandırması” söyleminin giderek aydın despotizmine ya da ‘halk sopa'sını göstererek Osmanlı sultanının denetlenmesi olgusuna dönüştüğü reddedilemeyecektir.

Modernlikle karşılaşan İslâmî düşünce, devletin ve geleneğin Batı karşısında direnemediği yargısıyla hareket ederken eleştirdiği şeye dönüşmüş gibidir. Şerif Mardin, Osmanlı aydınlarının tutumunu ‘halk karşıtı' ve Mannheim'in ortaya koyduğu ‘bürokratik muhafazakârlık' kavramı çerçevesinde değerlendirir (Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895 – 1905), İletişim Yayınları, 2008: 310). O'na göre Osmanlı aydını, ütopyası bulunmadığı için radikal değil muhafazakârdır (Mardin, 2008: 308).

Erken dönem Osmanlı devlet – toplum modeli, yöneten / yönetilen tabakalaşmasına dayanmaktaydı. Kâtip Çelebi'de bu tabakalaşmanın izleri görülmektedir. Oysa Şerif Mardin'in de ifade ettiği gibi Yeni Osmanlıların amacı Osmanlı İmparatorluğu'nda bir ‘meclis-i meşveret'in kurulmasını sağlayarak siyasî iktidarın ‘halk' ile paylaşılmasını kurumlaştırmak, bir kuvvetler ayırımı sağlamaktı. Kuvvetlerin dengesi, yürütmeyi kurulacak olan meclis'e karşı sorumlu tutmakla elde edilecekti (Mardin, 2008: 33). Osmanlı siyaset felsefesinden kopuluyordu.

Şerif Mardin, Batılılaşmanın parlamenter rejim yandaşı olmak ve onu Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleştirmek çabasıyla bir sayıldığına işaret eder ve bunu da “Batılılaşmanın siyasîleştirilmesi” şeklinde kavramlaştırır (Mardin, 2008: 226).

Mardin, Osmanlı aydınlarından Murat Bey'in siyasî elit yetiştirme problemine önem verdiğini, Namık Kemal'in temel inancının ise halk egemenliği ilkesine bağlandığını ifade eder. Yeni Osmanlılar Osmanlı toplumunda seçkinleri ikna etmek istiyorlardı. Osmanlı'yı yöneten Jön Türklere gelince, onlar, seçkinler tabakasının altında bulunan tabakayı (halkı) harekete geçirme çabasındaydı (Mardin, 2008: 150).

Anlaşılacağı üzere ‘halk'ın, elitleri / siyasîleri denetlemek suretiyle Müslüman toplumun gelişimi / terakkisi üzerine etki edebileceği düşüncesi Osmanlı aydınlarının idealidir. Ancak “Halk,” Jön Türklerin beklediği şekilde toplumsal değişimi gerçekleştirme rolünü hayata geçirmediği için zamanla Jön Türklerin güvenmedikleri bir unsur olmuştu (Mardin, 2008: 306).

Buraya kadar son dönem Osmanlı aydın katmanının halk / devlet / gelenek eleştirilerini günümüz inanmış aydınının tevarüs etmiş olabileceği imasında bulunduk.

Osmanlı devleti, bir müddet boyunca fethettiği topraklarda farklı inanç ve kültürdeki yerel yapıları (geleneksel, dinî, etnik topluluk ve güçleri) Batı'ya karşı konumladı. Böylece Avrupa'yı kısmen de olsa dönüştürmeyi başardı. Hıristiyan kökenli (Ortodoks) toplulukların Roma Kilisesi'ne bağlı Hıristiyan toplumlar karşısında Osmanlı'nın yanında yer alması korkunç bir stratejiydi.

Batı, başlangıçta cevap veremediği bu modeli artık Müslüman toplumlara karşı kullanıyor. Aydınların gelenek (ve devlet) eleştirileri böyle de okunabilir.

 

YORUM YAP