Önceki bir yazımızda Ahi-akılık ile Ahîlik iki ayrı modeldir, dedik. Abbasi fütüvvetçiliği Anadolu'da Ahi-akılık olarak devam etmiştir. Bu anlamıyla fütüvvet=Ahilik eş anlamlı kelimelere dayanan bir modeldir. Bu model Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh - Şehâbeddin Sühreverdî - Evhadüddîn-i Kirmânî - Ahi Evren silsilesiyle yürütülmekteydi. Başta fütüvvet (gençlik) topluluklarının teşkilatlandırılmasını hedefleyen modelin Anadolu'ya geçince Ahi Evren ile birlikte esnaf hareketine (programına) dönüştüğü iddia edilir. Mikail Bayram'ın tezi bu yöndedir: “Bu dönemde Selçuklu Devleti'nin İslâm dünyasındaki Fütüvvet birliklerini organize edip kendi şahsına bağlayan 34. Abbasi Halifesi en-Nasır li Dinillah (1179-1225) ile gayet sıkı ve aktif bir siyasi ve kültürel münasebet içinde bulunduğu görülmektedir. Bu bakımdan esasen en-Nasır li Dinillah'ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı'nın üyesi olarak kayınpederi Evhadü'd-din-i Kirmânî ile birlikte Bağdat'tan Anadolu'ya gelmiş olan Ahi Evren'in himaye göreceği siyasî ve fikrî çok müsait bir ortam ve bu ortamı yaratan güçlü bir iktidar mevcuttu. Ahi Evren Şeyh Nasîru'd-din Mahmud'un teşkilatçı düşüncelerinin devlet tarafından himaye edilmesi, Ahi Teşkilatı'nın kurulmasına vesile olmuştur” (Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyân-ı Rûm, Çizgi Kitabevi, 2016: 57). Mikail Bayram, ileri sürdüğü bu tezle Ahi-akılık anlamındaki fütüvveti esnaf ve zanaatkâr gençlik hareketine ve Bacıyân-ı Rûm'u da imalatçı genç kızlar teşkilatına indirgemektedir. Nitekim bu iddiası şu şekilde ifade edilmiştir: “Öyle ise Ahilik, çeşitli sanat kollarına mensup erkeklerin kurduğu bir teşkilat olduğu gibi, Bacılık da kadın el sanatlarını icra eden kadınlar arası bir sanatkârlar organizasyonu(dur)” (Bayram, 2016: 60). Bu modelin şeması aşağıdaki gibidir:
Ahîlik (muâhat)-Fütüvvet modelinde ise iki ayrı program uygulanmaktadır. Ahîlik ikişer ikişer kardeşleşmenin programını (muâhat-musâhipliği), fütüvvet ise bu kardeşleşmenin hangi ahlâk değerleriyle yapılabileceğini ifade etmektedir. Tasavvurumuzda Fütüvvetin tarihi Hz. Âdem'in misâkıyla başlamakta ve bu misâkın benzeri Hz. Nûh'tan da Hz. Peygamber'den (asv) de alınmaktadır.
Bu modelde Fütüvvet, yetim, fakir, mahrum, mazlum insanları koruyup kollamayı amaçlayan bir toplum kurmanın programı olarak uygulanmaktadır. Fütüvvet, esnaf-zanaatkâr hareketini aşmaktadır. Program helal lokma, elinin emeğini yeme ve sofra açma programı olarak belirmektedir. Bir toplum hareketi olduğu için tarikat ve teşkilat değildir. Bekâr hareketi değildir. Bir hane-ev, mahalle, şehir (Medine) hareketidir. Bu anlamıyla Fütüvvet Hz. Âdem-Hz. Peygamber arasındaki tarihte nübüvvet nuruyla gelmiştir. Hz. Peygamber'den (asv) sonra ise fütüvvet, velayet nuruyla yürütülmektedir. Bu nedenle fütüvvet dört kapının son kapısına ait alandadır. Bu hareket (sefer), şeriat, tarikat, hakikat, marifet kapılarının sonuncusuna göre sefer eyleyen (sofra açan) topluluklarca yürütülmektedir.
Klasik “dört kapı” teorisinde dört kapının sıralaması şeriat, tarikat, marifet, hakikat şeklinde verilmektedir. Böyle bir tasnif Fütüvvet-i Cafer-i Sâdık'a göre doğrulanamayacaktır. Biz önceki yazımızda İmam Câfer'den şu nakli paylaşmıştık: “Hazreti İmam Câfer-i Sâdık (Aleyhirrahmeti ve'r-Rızvan) buyurur ki; Ehl-i tıraş olan kişiye gerekdir ki, bile tıraş ehli nedir ve tıraş kime indi ve ehli tıraş olan kimseye şeddi kim bağladı ve tıraş kimden kaldı ve tıraşın öni nedir ve ardı nedir ve zahiri nedir ve batını nedir, şeriatı nedir ve tarikatı nedir, hakikati nedir ve marifeti nedir.”
Marifet'in son kapı olması, ferdin fütüvvetinin (tevhidinin) topluma dönüşmesi için şarttır. Marifet'in, hakikat kapısından önceye çekilmesi ise tekke-tarikat yapılanmasını asal kılmayı hedeflemektedir. Tekke-tarikat oluşumlarında mürşid-mürid ilişkileri bekâr-mücerred yaşayanlara açılmıştır. Oysa Ahîlik (muâhat)-Fütüvvet modelinde yürütülen program aile/hane kurmayı ve kardeşleşmenin aileler arasında gerçekleşmesini zaruri kılmaktadır. Bu yapı, Hz. Musa'nın (as) Mısır'a dönüşünde ailesini de yanında götürmesiyle örneklendirilmiştir. Dolayısıyla fütüvvetin toplumsallaşması bir tekke-tarikat teşkilatlanması şeklinde olmamıştır. Kırk aile veya hanenin kardeşleşerek oluşturduğu toplumsallaşma köy ya da mahalle inşa etmektedir. Bu anlamıyla fütüvvet, misâk'ı ifade etmekte ve ahîlik de kardeşleşen (musâhipleşen, muâhatlaşan) fetalara (fütüvvet erbabına) işaret etmektedir. Model aile kurmayı zarurî kılmakta olduğu için Hz. Musa (as), kazara bir adamın ölümüne sebebiyet vermekten dolayı Mısır'dan kaçtığında yanına sığındığı mürşid ona fütüvvet ve ahiliği anlatarak kızlarından biriyle evlenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu kıssada Hz. Musa'nın “Rabbim muhakkak ki ben, bana indireceğin her hayra muhtacım” (28 Kasas 24) duasına yapılan icabet fütüvvetin öğretilmesi ve ahîliğe hazırlık anlamına gelen nikâhın gerçekleşmesi şeklindedir. Bu kıssada Hz. Musa'ya (as) öğretilen çobanlık, fütüvveti temsil etmektedir. Yani koyunların helalden yemesini, onların kurttan-canavardan-uçuruma düşmekten korunmasını, sürünün sabırla güdülmesini işaret etmektedir.
Kıssada öğretilen ahîlik ise, ikinci programa yöneliktir. Bu ikinci program, ikişer ikişer kardeşleşen hane-ev-beytler ile ortaya çıkan toplumsallaşmadır. Hz. Musa (as), kardeşi Harun ile hem neseben ve hem de ahîlik programı gereği muâhatlaşma-musâhipleşme-kardeşleşme yaşamış ve bu modeli Mısır'da yaşayan İsrailoğullarına götürmek için vahiy almıştır: “Ve evhaynâ (Vahyettik) ilâ mûsâ ve ahîhi (Musa'ya ve Ahîsine ki) en tebevveâ li kavmikumâ bi mısra (kavminizin yerleşmesi/konaklaması/mesken edinmesi için Mısır'da yapın) buyûten (beytler-evler)” (10 Yunus 87). Bu model Mısır'da uygulandı ve Mısır karyesi içinde “Medine” inşa edildi. “Şehirden koşarak gelen adam”dan kasıt da bu idi.
Hz. Peygamber (asv) Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as) tarafından hayata geçirilen bu modeli öğrendiği için Yesrib'e geldiğinde ilk işlerinden biri muâhatlaşma (ahîlik) modelini hayata geçirmek ve Yesrib'in adını “Medine” koymak oldu.
Bu model Hz. Ali'ye Hz. Peygamber tarafından öğretilmiş ve evlad-ı Ali tarafından Horasan'a (güneşin doğduğu yer) ve oradan da Anadolu'ya (güneşin doğduğu yer) üflenmiştir. Türkmenleri bu ülkeye getiren Ahîliktir. Anadoluculuk Nur-u Muhammedî'nin çerağıdır.
“Bu bir rıza lokmasıdır. Yiyemezsin demedim mi?”